A vitaminini unutmayın! Mevsim meyvesi gibisi yok. Strese son vermenin 15 yolu

Kendinizi değil kilonuzu yakın


·  ANASAYFA  
·  AVRUPA HABER  
·  MEDYA  
·  EKONOMI  
·  FIRMALAR  
·  SPOR  
·  YAZARLAR  
·  BASIN ÖZETLERI  
·  COCUKLAR/OYUN  
·  KADIN & YASAM  
·  BEDAVA SMS  
·  BEDAVA POST  
·  DOWNLOAD  
·  TREIBER  
·  CHAT  
·  NETMEETING  
   


  GÜNDEMİNÖZÜ

            Ş e f i k   K a n t a r

 

Önemli bir başarı !

Politikasızlık’ politika olursa...

ABD Hamburg’ u bombalar mı?

Terör ve Yeni Dünya Düzeni

Biri bizimle dalga geçiyor

Türkçesinin Türkçesi

Kelleci politikaların sonu

Sağlam imzalara bak!



  Önemli bir başarı !

Bizdeki ‘ele geçirme’ merakı herkesin malumudur.

Gittiğimiz her yeri ele geşirmeye çalışırız. Bir dernek, bir futbol kulübü, bir okul, bir ülke... Hepsi bizim ele geçirme hedeflerimiz arasındadırlar.  İki buçuk milyon nüfusumuzla Almanya’dayız ya, Almanya da hedefte tabii...

Meclise iki ‘Türkiye kökenli’ girer, hemen başlarız: ‘Abicim, 30 sene sonra bu iş tamam’. İşsiz kalanlarımız her köşe başına bir imbis açar, izah hazırdır: ‘Ele geçiriyoruz’. Futbolda öyle, sanatta öyle, ilmi sahalarda öyle... Her küçük başarıdan bir ele geçirme tezi çıkarırız.

Ayda yılda iki-üç Alman ya Allah’ın verdiği hidayetle veya bir Türkle evlenmek için müslüman olur, ‘Almanya’yı müslümanlaştırdığımız’ zehabına kapılırız. Komşumuz Alman’a üç-beş kelime Türkçe öğrettiysek işlem tamamdır: ‘Yahu, heriflere dilimizi bile öğrettik’.

Arasıra gazetelerde değişik türden haberler de çıkar: ‘Almancayı Almanlardan iyi konuşuyoruz. Falanca okuldaki okuma yarışmasında falanca yaştaki fişmanca birinci oldu.’ Yahut: ‘Ahmet, tüm Almanları geçerek biyolojide bilmem ne ödülü aldı’.

İşin diğer bir yönü de ‘batırma’ merakımızdır. Bir türlü vazgeçemediğimiz Almanya’yı daha çabuk batırmak için yarışırız. ‘Bunlar daha iflah olmaz kardeşim’ dedik mi, anlayın yine ekonomide bir vukuat vardır. Alman milli takımı yenildi mi, keyfimize diyecek yoktur. Schumacher’in Formel 1’de geçilmesini, teniste Alman oyuncuların yenilmesini büyük bir zevkle alkışlarız. Bu davranışların sosyal psikolojik nedenlerine eğilmek bizim işimiz değil, ancak görünen manzara böyle.

Almanya’lı öğrencilerin, yapılan araştırma neticesine, 32 ülke arasında 25’inci sırayı aldıklarını duyunca da hep bir ağızdan ‘Yuuuh, gördünüz mü, Almanya batmış, eğitim nanay, hayatta kurtulmaz kardeşim’ diye başladık muhalefete. Ancak, ertesi gün Almanlar işin kılıfını buldu: ‘Başarısızlığın düşük görünmesi, okullardaki Türkler yüzünden. Yoksa, bizim okullarımız iyidir’. Al  başına belayı !

Biraz düşününce meseleyi çözdüm: Hani, hep birlikte Alman vatandaşlığına geçeceğiz, önce partileri sonra parlamentoyu, nihayetinde Avrupa parlamentosunu falan ele geçirip, hakim olacağız ya. Bu arada Alman ve dahi Avrupa okulları, sanatı, kültür hayatı, ekonomisi vs bizden sorulacak ya. O zaman, Almanya’nın dünya arenasındaki seviyesi nasıl olacak? Tabii ki, 300 binin üzerinde öğrenciyle Alman ortaöğretim kurumlarını ele geçirdikten sonra Almanya’yı emsalleri ile yapılan yarışta getirdiğimiz seviye olacak.  O nedenle, elde edilen Alman başarısızlığını, bir Türk başarısı olarak bir kenara kaydedip, yeni merhaleler için gayrete devam !...      

Çoğu bitti, azı kaldı....

SAYFA BASI



Politikasızlık’ politika olursa...


Almanya’da yaşamakta olan yabancıların, bilhassa Türklerin ‘Türk olarak ve Türk kalarak’ hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri gittikçe güçleşiyor.

‘Almanya’ya uyum sağlama’ ve buna bağlı olarak ‘Almanlığın avantajlarından  yararlanma’ arzusunun nihayette, Türklükle bağlarını kesme ve Türklüğün dezavantajlarından sıyrılmaya dönüştüğünü görmekteyiz. 

‘Bu ülkede uzun süreli yaşamak istiyorsan bizim gibi olacaksın’ temeline dayalı Alman tezi, ‘kendi değerlerine bağlı kalarak bu ülkede yaşama’ görüşüne dayalı ‘geçiş’ tezlerini çoktan aşmış durumda.

Bilhassa Almanya’da doğup-büyüyen nesillerin büyük bölümü, gerçek Almanlar gibi kabul edilme ve yaşayabilme konusunda önlerinde engel olarak sadece, bu ülkeye işçi olarak gelen atalarını, isimlerini ve henüz sararmamış kara-kafalarını görüyorlar.

Bahsedilen noktaya gelirken geçilen merhalelerdeki bazı örneklere bakıldığında, Türk tarafının ustaca nasıl hizaya getirildiğini görebilmekteyiz.

İlk nesle, ‘gavura gavur denmeyeceği’ fikri empoze edildi; gavura gavur demedik, ama bizler için aklınıza gelebilecek her şey söylendi, yazıldı, çizildi, ses çıkaran olmadı.

‘Uyum / integrasyon’ dendi, başörtülü kadınlardan kasketli erkeklere, sarımsak yiyeninden piknik yapanına, küvette kurban keseninden cinayet işleyenine her toplumda dikkat çekebilecek unsurlar üzerinden haklı haksız denmeden toplum baskı altına alındı, psikolojik çökertme yoluna gidildi.

Her konuda zaten bölünmeye mütemayil Türk toplumu uyum isteyenler ve istemeyenler veya uyum sağlayabilecekler-sağlayamıyacaklar şeklinde bölündü, uyum istemeyenler tarafında olmamak için başlatılan yarışla tüm kesimlerin ‘uyumcu’ olmaları sağlandı.

‘Sosyal statünün hukuki statü değişikliğine bağlı olarak değişeceği’ fikriyle, Almanya’da ‘yabancı’ veya ‘Türk’ olarak belli haklar elde etme yerine, ‘yerli’ ve ‘Alman’ olarak hak sahibi olma propagandası yapıldı ve tesirini gösterdi.

Bu noktadan itibaren ortaya, Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin ‘Alman vatandaşlığını’; isimleri ‘Türk’lü, ‘kültür’lü derneklerin ‘Almancayı’; iddialarının ‘islam’ gayelerinin ‘islam toplumu’ olduğu farzedilenlerin İslam ve müslümanlığın karşıtı olan Avrupai-Hıristiyan değerleri ve anayasaları savunması gibi abuk-sabuk bir tablo ortaya çıktı.

Bu böyle yürümez, akar su er geç asıl mecrasını bulur.

Çünkü, Almanya’da yaşamakta olan Türk nüfusu, politik önder olarak piyasaya çıkan veya sürülen satılmışların, akıllı havalarda Almanlara yaranmak için her gün değişik bir cevher yumurtlayan beyinsizlerin, Türk devletinin yetkili veya yöneteni oldukları halde vatandaşlarını bir başka ülkeye yamanmaya teşvik eden şuursuzların tuzaklarından sıyrılacak ölçüde çeşitlilik ve fazlalık arzetmektedir.
Madalyonun diğer yüzüne bakıldığında, ‘toplum mühendisleri’ büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını görmektedirler.

Türk gençleri tüm plan ve programlara, çevrilen oyunlara rağmen hala Türk müziği dinlemekte, Türk takımını desteklemekte, Türkçe konuşmakta, Türk gazetesi okumakta, tatilinde Türkiye’ye gitmektedir.

Müslüman Türk, Türkçe vaz’u nasihat edilen camiye gitmekte, dinini Türkçe yazılmış kitaplardan öğrenebileceğini bilmektedir.

Kendisini Türk ve Müslüman hisseden insanlarımız, bu yönleriyle, anlı-şanlı cemaat, dernek, parti ve kurum öncülerinden daha şuurlu ve uyanıktırlar; bu nedenle, tarih kendilerine şerefli bir yer verecektir.

Sokaktaki sıradan insanımız, ‘Almancacılığın’ pratik kolaylıkları ve gerçek anlamıyla uyumu sağlamaya değil ‘kültürel olarak Almanlaştırmaya’, ‘Almanca din dersinin’ çocuklarına İslam dinini öğretmeye değil, diniyle arasına set çekmeye, ‘Alman vatandaşlığının’ hukuki haklara sahip olmaktan ziyade kendi ülkesiyle arasına duvar örmek ve ikinci sınıf vatandaşlığı kabule yönelik olduğunu bilmektedir.

Almanya’daki Türk toplumu içerisinde, -satılmışları bir kenara bırakırsak- bu gerçeklere nüfuz edemeyenler, politikasızlığı politika haline getirerek, Almanların her attığı oltaya büyük bir iştiyakla sarılan mandacı zihniyet mensuplarıdır.

Günümüz mandacılarının temel özelliği, aralarındaki parti, ideoloji ve inanç farklarını bir kenara bırakarak topluca, istenilen ülkeye ram olmalarıdır.

SAYFA BASI



  ABD Hamburg’ u bombalar mı?

Tüm dünya nefesini tuttu, Amerika Birleşik Devletleri’nin, ülkesindeki önemli hedeflere yapılan terörist saldırı nedeniyle kimi, nasıl cezalandıracağını bekliyor.

Saldırı arkasından Başkan Bush tarafından yapılan konuşmalar, ABD’nin bir-iki gün içerisinde saldırının arkasında olduğu varsayılan Usame bin Ladin ve ekibiyle, bu kişiyi barındıran Afganistan ile destekçi olarak düşünülen Irak, Sudan gibi günah keçisi ülkelere iyi bir ders vereceği beklentisini doğurmuştu.

Ancak, geçen günlerle birlikte dünyanın hemen hemen bütün ülkeleri, yaralı ABD’yi daha fazla kızdırmaktan çekindiklerinden, ABD’nin yanında olduklarını beyan yarışına girince gündem, ‘intikam’ alma boyutundan, ‘terörü uzun sürede ezme’ çizgisine yöneldi.

Bununla birlikte bilhassa Avrupa’da, başta Almanya olmak üzere Batılı ülkelerin ne kadar terör karşıtı olduklarını görmek şerefine ulaşma fırsatını yakaladık. Hele hele NATO sözleşmesinin 5. maddesinin gündeme getirilmesinin, ittifak ülkeleri tarafından nasıl alkışlarla karşılandığını görmek, gözlerimizi yaşarttı.

Diğer yandan, ABD’de Arap ve Müslüman görünümlü kişilere karşı başlatılan av’ın Avrupa’da da başladığına şahit olduk. Birbirleriyle bağlantıları şüpheli bir çok kişi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde kovuşturmaya uğramaya, gözaltılara ve tutuklamalara maruz kalmaya başladı.

Her yönetim hadiseyi, Avrupa ülkelerinde yaşamakta olan müslümanların ve diğer yabancıların haklarına yönelik istedikleri kısıtlamaları gerçekleştirmek için bir fırsat olarak kullanırken, başka zaman tafralarından geçilmeyen kendi örgütlerimiz de ABD’ye, AB’ne, ‘Yeni Dünya Düzeni’ne sadakat yarışına giriştiler.

Şimdiye kadar hiçbir terörist saldırı, hiç bir savaş, hiç bir katliam, 11 Eylül saldırısının topladığı tepkiyi toplamadı.

Oluşan tepkinin büyüklüğünde, ne yazık ki, tepki gösterenlerin teröre karşı oluşlarından ziyade, Büyük Güç’ü daha fazla kızdırmama ve karşı cephede gösterilme riskini azaltma düşüncesi yatmakta.

Tüm dünyayı ilgilendiren bir hadisede, hangi nedene dayalı olursa olsun tavır konulması elbette olumlu bir davranıştır. Ancak, bu gelişmeleri gözlemlerken, Türkiye’de ve dünyanın bir çok yerinde terör kaynaklı ıstırapların yaşandığı süreçlerde hangi Alman partisinin, kurumunun, derneğinin, insiyatifinin teröre karşı çıktığını hatırlamaya çalıştım. Bulamadım.

Türkiye’de binlerce insanın ölümünden sorumlu Abdullah Öcalan, Yunanistan, İtalya gibi AB üyesi ülkelerde barınırken; Hollanda’da, Belçika’da sözde parlamentolar oluşturulup, seçimler yapılırken, Almanya ve İngiltere bölgedeki hakimiyet mücadelesinin iki unsuru olarak, logistik ve politik destek olma konusunda yarışırken akla gelmeyen 5. maddenin geç te olsa gündeme gelmesi elbette sevindirici bir husus.

Ancak benim esas merak ettiğim konu tamamen başka: ABD, terörist olarak ilan ettiği kişileri barındıran, koruyan, kolaylık sağlayan ülkeleri de Bin Ladin ile aynı kefede değerlendireceğini ilan etti.

Amerikan yetkililerinin açıkladıklarına inanmak gerekirse, terör hadisesini gerçekleştirenlerden bir kısmı Almanya’dan gitme. Hatta Alman vatandaşı olanlar var. Ve bunların yoğunlaştığı yer, Hamburg.

Bu bahaneyle, acaba ABD, Hamburg’u cezalandırmak için bombalar mı, diye düşünüyorum. Sonra içimden bir ses ‘olmaz’ diyor. ‘Kent’te yapılan son seçimlerde alınan neticeler, bir bombardımandan daha ağır sonuçlar doğuracağından’ olmaz böyle bir şey.

Bir de Hamburg dünyanın Asya veya Afrikadaki herhangi bir şehri değil, bir Avrupa şehri, orada ‘insanlar’ yaşıyor.            

SAYFA BASI





  Terör ve Yeni Dünya Düzeni


Terör, yeryüzünde yeni bir hadise değil. İlk topluluklardan bu yana, çeşitli gaye ve formlarla devamlı varolageldi. İdeolojik çağla birlikte, siyasetin kesin bir destekleyici unsuru haline gelen terörü, hemen her ideoloji ve devlet şu veya bu şekilde kullandı.


Yirminci yüzyılda insanlık, iki dünya savaşının korkunç yıkımları yanında, komünist ve faşist ideolojiler başta olmak üzere çeşitli mihrakların terörü altında ezildi ve çok şey kaybetti. Aşırı sağ ve sol ideolojilerle birlikte anılan terör, zaman zaman demokrasi blokunda yer alan ülkelerin de başvurduğu politik bir silah oldu.


Küçük yerel kavgalardan, dünyanın paylaşımına değin çok geniş bir alanda silah olarak kullanılan teör, sadece silahlı, bombalı saldırılar şeklinde değil, ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik boyutlarıyla yaşanan geniş alanlı bir savaş biçimidir.


Terörde maksat, düşman kabul edilen güçleri başta politik ve siyasi alanlar olmak üzere değişik alanlarda yıpratmak, zayıflatmaktır. Bu haliyle terör, bir ülke veya hedef topluluğun psikolojik savaş metodlarıyla tedirginliğine, korkusuna, iş yapamaz hale gelişine, yanlış hareketlere yönelmesine, iç huzursuzluklara düşmesine, bunalıma girmesine; kısaca saldıran güç veya güçler karşısında teslim olma noktasına doğru ilerlemesine çalışır.


Terörle gayeye ulaşılamayacağı söylemi, ne yazık ki büyük bir yalandır. Tarihi tecrübeler göstermiştir ki, arka planı sağlam olan terörist hareketler büyük ölçüde gayelerine ulaşırken; hayali gayelere sahip, kör hedefli, alt yapısı sağlam olmayan ve en önemlisi gerçekçi hedefleri olmayan terörist hareketler başarısızlığa mahkum olmuşlardır. Tabii bu noktada, terörist denilen hareketlerin haklılıkları, destekleri, arkalarındaki güçler, bölgesel veya küresel konjünktür de önemli bir role sahip olmuştur.


İcracıları ve hedefleri itibariyle terör, görece (izafi) bir yoruma tabidir. Bir kişi, devlet veya topluluk için ‘terör’ olarak algılanan hadise, karşıtları veya başka odaklarca ‘haklı saldırı’, ‘kurtuluş mücadelesi’, ‘çaresizlikten doğan tepki’, ‘başka çıkış yolu bulamamaktan kaynaklanan son çare’ gibi hafifletici veya hak verici değerlendirmelere tabi tutulabilmektedir.


Soğuk savaş döneminde bilhassa komünist ve kapitalist dünyanın birbirlerini yıpratmak için sıkça kullandıkları terör silahı, yer yer elde edilen neticelerin cazibesi ile, hemen her siyasi gayede, dünyanın hemen her yerinde kullanılır olmuştur. Yüzyılın başlarında, bir takım ideolojik gruplar ve muhalif mihrakların silahı olarak kendisini gösteren terör, giderek devletlerin de severek başvurdukları bir savaş metodu haline gelmiştir. Soğuk savaş döneminin ‘tek gerçekçi’ anlayışı, mücadele içerisindeki herkese kendince haklılık payesi bahşettiğinden, terörde uğranılan insani zararların dikkate alınmaması gibi bir anlayış gelişmiş, her iki dünyaya mensup devlet ve grupların terörü, alkışlanacak haklı ve kahramanca faaliyetler olarak ele alınmıştır.


Örneklemek gerekirse, Komünist Stalin rejimi ile Nazi Alman rejiminin yaptıkları bir yana; ne Pol-Pot rejiminin milyonlarca insanı ‘komünizm’ adına katletmesi, ne de Endonezya’nın anti-komünizm adına yaptığı büyük katliamlar, istatistiki bir hadise olma ve ‘yüce, haklı, meşru gayeye’ hizmet ediyor oluşu veya karşıtlarınca lanetlenmesi dışında bir değerlendirmeye tabi tutulmamıştır.


Komünist blokun çöküşü ile, tek süper güçlü hale geldiği varsayılan ‘yeni düzen’ ortamı, ülkeleri terörü tarifleri, değerlendirişleri ve teröre karşı tutumlarıyla yeni bir tasnife tabi kılmıştır.


Yeni paylaşımın dünyasında, ABD ‘süper güç’, AB ‘destekçi güç’, Japonya ve Çin ‘dikkat edilmesi gereken güçler’, Rusya ve eski sovyet ülkeleri ‘kontrol altına alınacak güçler’ şeklinde tasnif edilirken, hemen hemen tamamiyle İslam ülkeleri ‘düşman kamp’ olarak değerlendirilmişlerdir. İslam Dünyası’nın yeni düzendeki konumu hususunda, gerek ‘medeniyetlerin çatışması’ tazinin sahibi Samuel Huntington, gerekse ‘insanlığın sonu’ tazinin sahibi Francis Fukuyama arasında fazla farklılık yoktur.


Her iki stratejist-ideologun İslam’a bakış açıları ve bu çizgilerde geliştiği görüntüsünü veren yeni Amerikan siyaseti, ‘insanlığın sonu’nun yoğun bir ‘medeniyetler çatışması’ndan geçeceğinin işaretlerini vermektedir.


Bu mücadelede de haklı veya haksız’dan ziyade bizden olan ve olmayanlar tasnifinin geçerli olacağını ABD Devlet Başkanı Bush, ülkesine yapılan (ve tasvip edilmesi kesinlikle mümkün olmayan) kanlı terörist saldırıların ardından ortaya koydu. Her zaman olduğu gibi, yürekliler, inançlılar doğru ve haklıyı ararken, korkaklar ve inancı zayıf olanlar kendilerinden olanı aramanın peşinde olacaklar.
SAYFA BASI





Biri bizimle dalga geçiyor

Namusum ve şerefim üzerine yemin edebilirim ki, davranış biçimi olarak bir tavşan ürkekliğinde olsa da, Fazilet Partisi daha önce kapatılan Refah Partisi’nin devamıydı. 

‘Fazilet Partisi kapatılan Refah Partisi’nin devamı değildir’ diyebilmek için, eski Sovyet sistemine göre akıl hastanesine gönderilme rizkini göze almak gerekir.

Fazilet Partisi’ni elinde yetkisi olan sıradan bir Asliye Ceza Mahkemesi bile hiç yorulmadan ‘devam’ gerekçesi ile 65 milyonun yeminli şehadeti ile kapatabilirdi.

Ama koskoca Anayasa Mahkemesi, 2 yılı aşkın uğraşılar sonucunda bu partinin, Refah Partisi’nin devamı olduğu yolunda bir delil bulamamış, o yönde kanaat oluşmasına yol açacak belgelere ulaşamamış. Pes doğrusu!

 ..............................

Nazlı Ilıcak adlı kişi, delidir, doludur, huysuzdur, uyumsuzdur, hesapsız-kitapsızdır vs. bunlar doğrudur, amma velakin...

Vallahi de, billahi de laiklik karşıtı çalışmalara ‘odak’ teşkil ettiği gerekçesi ile kapatılan Fazilet Partisi’ndeki en laik kişi Nazlı Ilıcak’tır.

Adıgeçen partinin kapatılması için, Nazlı Ilıcak’ın söz ve eylemlerini (ki bunların başında cezai hiçbir müeyyidesi bulunmayan Merve Kavakçı’yla kolkola girerek TBMM’ne teşrif ve başörtüsünün serbest bırakılmasını Hürriyet Genel Yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ten bile daha hafif ifadelerle isteyen bir konuşma gelmekte) gerekçe göstermek kadar abes bir şey düşünmek mümkün değil.

Moda deyimle, sanki birileri bizimle dalga mı geçiyor ne? 

Karar, elbette bir mahkeme kararıdır, ama; bu karar ne Türkiye’ye saygınlık kazandıracak, ne de Türkiye’de laikliğin korunması ve gelişmesine zerrece katkı sağlayacak bir karardır.

Bu karar, sanki kriz eksikliği varmış gibi ülkemize yeni bir kriz hediye etmektedir. 

Siyasete ‘hukuk’ kalıpları içerisinde zorla yer bulmaya çalışmanın geleceği ve Türkiye’yi getireceği nokta zaten başka türlü bir yer olamazdı. 

     

SAYFA BASI


 

Türkçesinin Türkçesi


Aydın Doğan’ın Almanya Cumhurbaşkanı Johannes Rau’yu ziyareti ile birlikte Türkiye’de çok faydasını gördüğümüz ‘BABA’ geleneği Almanya’yı da şereflendirmiş oldu. 

Aydın Doğan’ın sahibi olduğu yayın organları Rau’yu ‘uzun zamandır eksikliğini ve hasretini çektiğimiz yeni babamız’ ilan ettiler.

Aydın Doğan ve grubunu çekemeyenlerin tezviratları bir yana, ‘Diyalogda Hürriyet Devrimi’ni gerçekleştiren gazete bu ziyaret vesilesi ile basın tarihine geçecek yeniliklere de imza attı.

Bunların en önemlisi ‘kişiye özel’ çıkarılan Almanca sayfa oldu.

Ertuğrul Özkök’ün belirttiği üzere, Rau’nun geçen yıl Çırağan Sarayı’nda, ‘Hürriyet’e Almanca bölümler eklerseniz ilk abone ben olacağım’ demesiyle harekete geçen Türkiye’nin en büyük gazetesinin yöneticileri, bir yılı bulduğu anlaşılan büyük hazırlık devresinden sonra, tarihi ziyaret gününde ‘tarihi sayfa’yı yayınlamaya başladılar.

Hürriyet’in özel sayfası sayesinde Cumhurbaşkanı Rau’da aylar önce yapmış olduğu konuşma metnini ‘Almanca’ okuyabilme şerefine erişmiş oldu. Yan sütünlardaki destekleyici beyanları da gören Rau, bastı imzayı, aboneliği kaptı. Artık ölse de gam yemez...

Ama, ne yazık ki Almanca sayfa sadece beş gün sürdü.

Acaba Sayın Rau, kendisine beleş abonelik sayesinde gelen gazeteyi şimdi ne yapıyor, onu merak ediyorum.

Aslında bir kişiyi beleşe de olsa abone yapabilmek için o kişinin konuşmasını tefrika etmek ekonomik olmasa da ilginç bir metod.

Hürriyet gerçekleştirmeden önce diğer gazeteler, Fransız Devlet Başkanı’nı abone yapmak için Fransızca, İtalyan Cumhurbaşkanı için İtalyanca, Patagonya başkanı için Patagonya’ca, Çince, Japonca vs. türden kişiye özel sayfalar yapma yoluna giderler mi bilmem ama, Hürriyet’in bu kafayla bu yolu devam ettireceği kanaatindeyim.

Meselenin bizleri ilgilendiren asıl yönü, binbir övgüyle verilen ‘tarihi’ konuşmada neler söylendiği.

‘Babamız Rau’ aslında tarihi nutkunda her gün yaylım ateşine tutulan diğer Alman politikacılardan değişik bir şey söylemiyor.

Konuşmasını yaparken bizleri okşayıcı bir kaç motifi ve Hürriyet’in yağcılığa yönelik süslemelerini çıkarınca, geriye CDU’nun, CSU’nun, SPD’nin her gün duyduğumuz hezeyanları kalıyor.

Rau da ‘uyum’ adı altında nasıl daha kolay asimile olacağımızın tarihi örnekleriyle birlikte reçetesini sunuyor.

Verilen ilave sayfanın karşı tarafında verilen ‘renksiz’ Türkçe tercüme sayfasındaki bazı canalıcı cümlelerin ‘esas Türkçesine’ bakıldığında zaten sizler de konuyu kavramışsınızdır.

Hal böyleyken ve dahi Alman medyası Hürriyet’i uyum’un önündeki en büyük engellerden birisi olarak görürken, köklü Alman yabancılar politikasının böylesi basit ve temelsiz şovlarla etkileneceğini sanmak saflık ötesi bir davranış biçimi.

SAYFA BASI




Kelleci politikaların sonu


Plan neydi, hatırlıyor musunuz?

Alman vatandaşlığına geçecektik. Alman partilerine girecektik. Mesleklerimizde yükselecektik. Güçlü lobiler oluşturacak ve böylece hem kendimizin hem Türkiye’nin düşmanlarına aman vermiyecektik.

Önümüze konulan örnekler de aslına bakarsanız gıpta ettiriciydi. ABD’deki Rum, Ermeni ve Yahudi lobilerinin yaptıkları, ülkelerine ve milletlerine kazandırdıkları, vs...

Hem üstüne üstlük, Avrupa’daki Türk varlığı 4 milyona dayanıyorduki, alimallah ortalığı titretmek işten değildi...

Hele Almanya’da, bakın daha şimdiden Türk/iye kökenli zenginler mi dersiniz, politikacılar mı dersiniz, ilim adamları mı dersiniz?...

Zaman geçti, kel göründü. Dünya siyasetinde nüfus önemli bir faktördü ama ‘kelleci politikaların’ hiç bir geçerliliği yoktu.

‘Ermeni Meselesi’ ile ilgili son gelişmeler, bunu tüm çıplaklığı ile bir kez daha ortaya koydu.

Bırakınız 2,5 milyona varan nüfusumuzu, Alman partilerine üye Türk/iye kökenlilerin/in sayısı, Almanya’da yaşayan tüm Ermeni asıllılarından (35 bin) fazla olmasına rağmen, bütün Alman partileri Ermeni Katliamı iddiaları konusunda aynı telden çalıyorlar.

Bunu yaparken de ne parti üyesi Türk/iye kökenlilere, ne toplumumuzun anlı şanlı ileride gidenlerine bir şey sorma ihtiyacı duymuyorlar.

Hani, bugün 300 bin mi 400 bin mi ne kadarsa o kadar seçmenimizle, yarın bir milyonu bulacak seçmen sayımızla partileri yerinden oynatıp, iktidarları sallıyacaktık !

Hani demokrasilerde kelle sayısı önemliydi, oy vazgeçilemez belirleyiciydi !

Sonuçsuz olacağı baştan bilinen vaadlerle, Avrupa’daki toplumumuzu ufak hesaplar ve günlük basit politikalar uğruna yanlış yollara, asılsız beklentilere yöneltenlerden her kim olurlarsa olsunlar, tarih ve millet bir gün hesap soracaktır.

Bu böyle biline !  



Sonuç 1 : Siyaseten güçlü değilseniz, kelle sayınızın önemi yoktur.

Sonuç 2 : Elin partisinde siyaset değil ancak uşaklık yapabilirsiniz

Sonuç 3 : Yeni dünya düzeninde de, eskisinde olduğu gibi hak güçlünündür.  

Sonuç 4 : ‘Güç’, başkasının elindeyse size zararlıdır.

SAYFA BASI





 
Sağlam imzalara bak!

Türkiye ile bugüne kadar 18 anlaşma imzalayan fakat hepsinde de hayal kırıklığına uğrayan IMF, bu sefer anlaşmayı sağlama almak için koalisyonu oluşturan üç siyasi parti liderinin imzasını istemiş. Ne büyük saflık!

Biz de IMF’nin dünyayı parmağında oynatan anasının gözü bir kuruluş olduğunu sanırdık.

Koca (!) IMF, koalisyonu oluşturan partilerin liderleri olan Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz’ın şimdiye kadar attıkları hangi anlaşmaya sadık kaldıklarına bir baksa ya.

Parlamenter sisteme geçtiğimizden beri, hangi siyasi parti lideri bırakınız millete, kendi öz tabanlarına verdiği sözü yerine getirdi ki, IMF’ye verdiği sözü yerine getirsin?

IMF yetkilileri, başbakan ve iki yardımcısı yerine, Kemal Derviş’in sabah gezintisinde rastladığı tesadüfi ilk üç kişiden imza alsalar daha isabetli olur.

Çünkü Türkiye’de attığı imzanın gereklerini yerine getirmek zorunda olanlar yalnızca sade vatandaşlardır.

 

Uyum da uyum, kurusun huyum !

Dinleye dinleye artık duyunca tüylerimizi diken diken eden ‘uyum’ kelimesi artık gerçek anlamına kavuştu: Kayıtsız şartsız yüce Cermen kültürüne teslimiyet!

Alman siyasi partileri arasındaki görüş farklılıkları işin teknik aşamalarıyla alakalı.

Bizde ise kraldan fazla kralcı yaklaşımlarla hala Almanların ‘aslında’ ne düşündüklerine dair ahkamlar kesilmeye devam edilmekte.

Arada da olsa hiç kimsenin aklına, zaten Almanca konuşan, sadakat gösterecekleri başka bir devlet olmayan, isimleri dahi Almanlaşmış, semtine pek uğramadıkları havraları ve bir gelenek şeklinde sürdürdükleri sünnetlilikleri dışında ‘yahudilikle’ bir alakaları kalmamış insan topluluklarına reva görülenlerin temelinde yatanları gündeme getirmiyor.

Oysa, insanlık düşmanı çevreler, gittikçe artan genelinde yabancı, özünde Türk düşmanı hareketlerin sebebini ‘uyumsuzluk’a bağlayarak, caniliklerine istedikleri kılıfı geçirebilmekteler.

Acaba yabancı düşmanları, ‘uyum da uyum’ diye tepinirken, Almanya ile gurur duymada bir çok safkan Almanı geride bırakan öndegidenlerimizle, süpermarketten ekmek almasını beceremeyen geride kalanlarımız arasında bir ayrım yapmakta mı?

Ben bu güne değin böyle bir ayrımın yapıldığına pek şahit olmadım.

Essen’deki madenlerde çalışan Faruk’la TAM’daki Faruk Şen, işçi Vural’la ÖGER’in sahibi Vural Öger, fabrikada işçi Kemal’le Santex’in sahibi Kemal Şahin arasında olsa olsa protokol sırası farkı var.

Huyları kurusun Almanlar, Ausschwitz’de bile protokol sırasına riayeti elden bırakmayan kuralcı bir topluluktur.


SAYFA BASI

     
     skantar@turkpartner.de
     




SAYFA BASI


| Ana Sayfa | Haberler| Gazeteler | Ekonomi | Firmalar | Spor | Yazarlar 


e-posta:
info@Turkpartner.de

 

 
Editör'den

Selam

Şefik Kantar
Önemli bir başarı !
İsmail Altıntaş
Ramazan ayı'nın düşündürdükleri
Ali Kılıçarslan
40 yıl önce 40 yıl sonra
Mahmut Aşkar
Yolun neresindesiniz
Muhsin Ceylan
Esas mesele samimiyet(sizlik)
Ismail Tüysüz
Türkiye'nin orkideleri koruma altına alınmalı 
Ramazan Alp
Şiirin yalnızlığı
Abdullah Güler
Gülperiye Mektup