A vitaminini unutmayın! Mevsim meyvesi gibisi yok. Strese son vermenin 15 yolu

Kendinizi değil kilonuzu yakın

·  ANASAYFA  
·  AVRUPA HABER  
·  MEDYA  
·  YAZARLAR  
·  SÖYLEŞİ  
·  EKONOMI  
·  KADIN & YAŞAM  
·  SPOR  
·  ÇOCUKLAR/OYUN  
·  FIRMALAR  
·  BEDAVA POST  
·  DOWNLOAD  
·  TREIBER  
   
   



11 eylül ve sonrası
Gönlünüz rahat mı?
Dibe Vurmadan Düze Çıkmaz
Taşralılar 
Bizimkiler
Mülakat
"KUTLU DOĞUM" VE İNSANLIK 
Dilimiz - Dinimiz
Geleceğimiz--Teminatımız
Utanmak
"Kadına Özel"
Odak Noktamızdaki İnsan
Hasbihal - 2
Toplumun Aynası
Hasbihal
Okuyormusunuz?




11 eylül ve sonrası

Amerika Birleşik Devletleri´ni  11 Eylül günü vuran terör şu anda Dünya´nın bir numaralı  gündemi durumundadır. Gazete muhabir ve yazarları harıl harıl yazarken radyo-televizyon muhabirleri de aynı konu üzerine konuşuyor ve konuşturuyorlar. Olayın meydana geldiği andan itibaren biz de büyük bir dikkatle bu faciayı basın ve yayın kuruluşlarından takip ediyoruz. Gördüklerimizi sadece iki kelimeyle özetleyebiliriz: Dehşet ve vahşet!
Yerli ve yabancı medya, Amerika´yı kalbinden vuran bu olayı birçok yönüyle mercek altına alıyorlar. Biz, ya bilgisizlik, ya peşin hükümlülük ya da husumetten kaynaklanan bir yanlış teşhisi irdelemek istiyoruz.
Bildiğiniz gibi olayın duyulmasıyla beraber tahminler de yürütülmeğe başlandı  ve bu işin arkasında Ussam Bin Ladin var ve bunu icra edenler de Arap teröristlerdir, denildi. Şu andaki gelişelmeler de bu yönde yoğunlaşmaktadır. Yani, uçaklarla yapılan intihar saldırılarını gerçekleştirenler Arap kökenliymişler. Amerika, hem büyüklüğünü (...) isbat etmek hem de itibarını kurtarmak için vurmaya hazırlanıyor.Vuracağı topraklar büyük bir ihtimalle müslüman ülkelerinin yaşadığı coğrafyada olacaktır. Ussam bin Ladin bizce ezberlenmiş bir isimden başka birşey değildir. Yani, Amerika`nın bu adamla önceden görülecek bir hesabı vardı zaten. Şimdi, onun uğrama ihtimali olan bütün ükeler Amerika´nın düşmanı durumundadır.

Ne kadar da Ortadoğu
ve İslâm eksperti varmış meğer
Bilhassa Alman televizyonlarında hergün yeni bir şarkiyatçı, İslâm eksperti, Ortadoğu uzmanı takdim ediliyor. Bunların içerisinde hakikaten taşıdığı sıfata layık olanlar olduğu gibi eksik ve yanlış bilgilendirilmiş önyargılı olanları da az değil. Batı dünyası bu vesileyle bu ağızlardan İslâm`ı ve Müslümanları öğreniyor:
Bazıları, Kuran`dan ayetler tercüme ediyor, bazıları İslâmiyet adına bilmem nerede ne halt işleyenleri ekrana taşıyor: Karaçarşaflılar, eli silahlı, maskeli Filistinli gençler, Taliban, Saddam, taşlanarak linç edilen kadınlar v.s.. v.s...
Tanınmış, İslâm coğrafyasını iyi bilen, tecrübeli bir Alman muhabir-yazara İslâmiyet soruluyor. O da kendine göre "cihad"ı yorumluyor:
"Kafirlere karşı cihad edin" emrinden hareketle Newyork ve Washington`daki saldırıların çıkış noktasını veya arkasında yatan inancı vurgulamaya çalışıyor.

İslâmiyet huzur ve barış dinidir

Katilin, hırsızın, sahtekârın dini olmaz. Olsa olsa yaptıkları icraat onların dinidir. Eğer bir adam hırsız ise onun dinin adı da "hırsızlık"tır. Böyle bir yaratığa siz, müslüman hırsız veya hiristiyan hırsız diyemezsiniz. Ve eğer bir insan "terörist" ise siz ona "müslüman terörist" de diyemezsiniz. Çükü o sadece bir teröristtir. Cenab-ı Allah`ın son elçisi Hz. Muhammet (Allah`ın selâmı O´nun üzerine olsun) zamanında müslümanların iki büyük savaşı vardır. Bu savaşlar bildiğiniz gibi tamamıyla savunmaya yönelik savaşlardır. Islâmiyet: Dinde zorlama yoktur, demiş, "senin dinin sana, benim dinim bana" hükmünü de yüce Yaratan,  Elçisine tebliğ ettirmiştir. İnsanlığın bütün değerlerinin kaybolup gittiği bir zamanda ve bir coğrafyada İslâmiyet bir nur olarak zuhur etmiştir. İslâm tarihinde haçlı seferleri yoktur.
Bilenler bunları iyi bilmesine rağmen niye hâlâ "Müslüman terörist"?

Niçin "Arap terörist" değil?

1.Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında herşeyiyle yağmalanan Afrika, İngiliz sömürgesi haline gelen Hindistan, Pakistan ve Vietnam`a kadar uzanan coğrafya, kabile reislerine kurdurtulan devletçikler sayesinde paramparça edilen Arap dünyası. Şimdi ise büyük çapta A.B.D.´nin hükümran olduğu Ortadoğu:
-Talibanlar Afganistan`ın Rus işgali dönemnde Amerika``lılar tarafından eğitilmiş, silahlandırılmış ve işgalci Ruslara karşı kullanılmıştır. Hatta (Batı kaynaklarına göre) Ussam Bin Ladin de yine Amerika tarafından aynı şekilde ve aynı gayeler için o zamanlar desteklenmiştir.
-Amerika´n desteğiyle ancak ayakta durabilen bir Pakistan.
-Yıllarca kendi halkına zulüm eden bir "Şah Rejimi"i sadece Amerika´nın desteği ile tahtını koruyabildi.
-Ürdün´deki rejim Haşimi Ailesi`nin A.B.D. tarafından gördüğü destek sayesinde ayakta durmaktadır.
-Kuveyt ve diğer Emirliklerde hakimiyeti elinde tutan kabile reislerinin kendi halklarına karşı tek garantörleri A.B.D.` dir.
-Bölgenin hatırı sayılır tek devleti Mısır bile Amerika desteğiyle kendi rejimini ayakta tutuyor.
-Suud Krallığı´nı bilmem anlatmaya gerek var mı?
-Libya, Suriye, Irak gibi devletler de zaten Amerika´yla düşman.
-Ve Filistin: Yarım asırdan beridir kendi yurdundan kovulan, öz vatanında esir, İsrail´in zulmünden dolayı dünyanın dört bir yanına  çil yavrusu gibi dağıtılmış bir halk. Amerika Birleşik Devletleri´nin her türlü desteğini alarak Arap Alemi` ne, hatta dünyaya kafa tutan bir İsrail karşısında canını silah olarak kullanmaktan başka seçeneği kalmamış ve adı "terör"le çağırışım yapan bir halk.
Şimdi böyle bir coğrafyada yetişen nesillerinden, Amerika´ya dostluk beslemelerini siz onlardan  bekleyebilirmisiniz?
-Böyle bir ortamda Amerika`ya karşı savaş açan Arap´ın hangi dine mensup olduğunun bir önemi var mı? Nitekim Arafat`ın silah arkadaşlarından birisinin Georg Habbash olduğunu da unutmayınız.

Kendi yurdunu emperyalist güçlere karşı savunanlar müslüman, hıristiyan, budist olabileceği gibi dinsiz, meselâ marksist de olabilir. Amerika´sı ve Avrupası´yla beraber Batı, bildiği fakat işine gelmediği için şimdiye kadar kamuoyundan sakladığı gerçekleri kabullenmeli ve tartışmaya açmalıdır. Meselâ; Batı, sömürgeci politikasına kılıf ararken İslâm´ı kendisine karşı düşman olarak görmekten ve ilân etmekten vaz geçmelidir. Böyle bir siyaset Batı´nın da uzun vadeli çıkarlarına fayda getirmez. Küçülen dünyada bütün müslümanları töhmet altında bırakacak bir yanlış yol, dünya barışını ciddi manada tehdit eder ve neticede Avrupa´nın da Amerika´nın da -pek ciddiye almadıkları- dünyanın geri kalan kısmının da huzurunu tamamıyla kaçırır. Amerika´nın sözü dinlenen dostları, Dünya´nın "ağabeyi"liğine soyunanın adil olması gerektiğini yüksek sesle dile getirmelidirler. Giderek artan Amerika düşmanlığının altında yatan gerçeğin; A.B.D.´nin yanlış siyasetinden kaynaklandığını neticede -şimdi olduğu gibi- bu adaletsizliğin faturasını kendi vatandaşının da ödemekle karşı karşıya kalacağı anlatılmalıdır. İsrail´e verilen sonsuz destek de sadece -İsrail hariç- Amerika´ya düşman kazanmaktan öteye uzun vadede birşey getirmeyecektir.

Büyük bir ihtimalle A.B.D.´nin Ortadoğu´yu kapsayan bir misilleme harekâtı yeni huzursuzluk ve düşmanlıkları körüklemekten ve yeniden masum insanların kanının akmasından öteye birşey geirmeyecektir. Eğer gaye terörün kökünü kurutmak ise, yıllarca teröre binlerce insanının yanısıra ülkenin geleceğini de "kurban" vermiş bir milletin mensubu olarak, terörü meydana getiren, besleyen unsurları ortadan kaldırmak gerektiğine inanıyoruz.

SAYFA BASI


                 GÖNLÜNÜZ  RAHAT  MI?  
Herhangi bir konuda yazmak istediğimde önce yazımın başlığını atıyorum. Yani, önce adını koyuyor sonra da yazmaya başlıyorum. Bazen, başlıktan hareketle konu kendiliğinden  akarak geliyor. Bazen de attığım başlık beni, ele almak istediğim konuya girişimde oldukca zorluyor.

Bu sefer de öyle oldu: Bir konuya ayıracağım zaman kadar ekranın başında giriş yapabilmek için düşündüm. Çünkü, gönül rahatlığı çok elastiki bir konu ve birçok faktöre bağlı olduğu gibi insandan insana da değişiyor.

Niyetim; bu yazıyı okuyanımıza kendi penceremden görebildiklerimi -bilhassa bu konuyla ilgili- aktarırken gönüllerin ferah tutulmasına bir nebze katkıta bulunmaktır.

Gönlü ferah olmayanın iç dünyası bir yanardağ gibidir. Gönlü ferah olmayanın kafası allak-bullaktır. Huzursuz ve hırçındır.

Maddi ve nefsi doyumsuzluk insanı huzursuz kılmaktadır. Bunun önüne ancak maneviyatınızla geçebilirsiniz. Yani, inancınız. Şayet inanç yok veya zayıf ise günün birinde hayatın bir sürpriziyle karşılaştığınızda bu eksikliğiniz bir zaafiyet olarak ortaya çıkar. Bu zaafiyetiniz bazen meşru olmayan yoldan para kazanmak, kendi çıkarları için başkalarını tahakkûm altına almak, bir uyuşturucu bağımlısı haline gelmek, teselli veya huzuru alkolde aramak, evli olunduğu halde hayata başka kadınları sokmak, katil olmak, bunalıma girmek, işin özeti; meşru ve ahlâki olmayan her yolu artık bu saatten sonra kabullenmek şeklinde kendini baş gösterir.

Bu ve benzeri menfi gelişmeler sizin şahsiyetinizi zayıflattığı gibi vicdani bir huzursuzluğu da beraberinde getirir. Netice itibariyle yaptıklarınızdan dolayı gönlünüz rahat değildir.

Halbuki şu üç-beş günlük dünyada daha güzel, doğru ve faydalı şeyler yapmak var iken  böyle "eften-püften" işlerle kendinizi mahvetmeğe gerek varmıdır?

Şayet, otomobiliniz yok, veya varsa daha iyisini alamıyorsanız diye, bilmem hangi marka ayakkabı veya pantolonu giyemediniz diye yahutta komşunun mobilyasından  benim niye yok, veya onun yazlık evi gibi benim de olsun diye yırtınıyor ve bunun için huzursuz iseniz, bir çok genç gibi sizin de cep telefonunuz yok diye veya varsa en son modeli alamadınız diye bu sizde bir problem haline gelmişse, bu yazı size göre değildir, sizi  geçiyorum.

Her insanda kıskançlık duyguları vardır. Bunu bilerek kıskanmanın size hiçbir şey kazandırmayacağına kendinizi inanarak şartlandırın.

Herşeye sinirlenerek sağlığınızı bozmayın. Tolerans(müsamaha) gösterin, gülümseyin. Bağıran değil susan, asık surat değil, gülümseyen kazanır. En büyük "silah"ınız sevmektir. Saygı duyar, insan gibi davranır, severseniz karşılığını da görürsünüz. Doğrunun ve güzelin kaynağına inin. Var oluşu ve buna bağlı olarak hayatı kavramaya çalışın. Çevrenin "yönlendirme"sine karşı dikkatli olun. Teferruatta boğulup kalmamak için neyin "teferruat" olduğunu anlamaya ve öğrenmeğe çalışın. Yaptığınız işi aklınız ve vicdanınıza danışın. Kapasitenizi aşan girişimler sizin başarısız olmanıza sebebiyet verebilir dikkatli olun. 

Dostlarınız muhakkak olmalıdır. Onlarla zaman zaman görüşün ve istişarede bulunun. Kurnazlık size birşey kazandırmaz. Samimi ve açık olun.

Hayat engebeli bir koşu gibidir. Engelin birini aşınca bir müddet sonra bir diğeri önünüze çıkacaktır, bunu da hesaba katın. Her "engel"i aşışınız size biraz daha güven ve rahatlık sağlayacaktır. İhtiraslarınızın esiri oldukça mevkiniz, makamınız, imkânlarınız ne kadar büyük olursa olsun, siz esaretten kurtulamazsınız. Arzularınız sizi  "eşek" gibi kullanır.

Ve artık kendinize lütfen biraz çeki-düzen verin. Rahat olun!

Hiç olmasa şimdi birazcık da olsa gönlünüz rahatladı mı?

SAYFA BASI





  DİBE VURMADAN DÜZE ÇIKMAZ

Yine bir cumartesi akşamı, her zaman olduğu gibi dostlarla sohbet ediyoruz. Askerlik dönüşü "askerlik hatıraları" anlatılır, bilirsiniz. İzin dönüşü de bizimkiler memlekette ve yollarda gördüklerini, yaşadıklarını anlatıyorlardı.

Havadan-sudan derken söz dönüp dolaşıp "memleket meselelerine" geldi: Ülkeyi kasıp kavuran "ekonomik kriz", sosyal-siyasi gelişmeler v.s...

Dostlardan birisi, Türkiye`nin içtimai-siyasi hayatından çarpıcı örnekler veriyordu; Teslimiyetin, çaresizliğin, tükenmişliğin ve aynı zamanda iki-yüzlülüğün emareleriydi bunlar. Kafamda, yazmak istediğim bir makalenin başlığını -yeri gelmişken- önceden söylemiş oldum: Dibe Vurmadan Düze Çıkmaz.

Soru hemen arkasından geldi: Sizce dibe vurmuşluğun ölçüsü nedir? Dibe vurmak; su yüzündeki birşeyin batması, ayakta olanın yere yığılıp kalması, ölçülerin tarûmar olması, "sermaye"nin tükenmesi demektir.

Peki, Türkiye böyle bir durumda mıdır? Söylendiği gibi mesele "ekonomik kriz" midir sadece? Yani, parasızlıktan mı kaynaklanıyor? Yoksa, ilimsizliğin beraberinde getirdiği cehalet, kendi vatandaşına olan güvensizlikten doğan devlet-halk ilişkilerinin bozulması, insanına "insan gibi" muameleyi çok görmesi, ahlâki değerlerin gözardı edilmesiyle ahlâksızlığın kök salması ve bunun da beraberinde getirdiği helalla haramın karıştırılması gibi sebeplerden mi kaynaklanıyordu?

Dün var olan kaynak bugün yok ise bunu birileri çar-çur etti veya çaldı. Çalan hırsız, çaldıran da onun ortağıdır. O halde mesele herşeyden önce ahlâkidir. Öyleyse dibe vurdu mu? Şayet öyle ise işaretleri nelerdir?

Isterseniz ben tesbitlerimi sıralayayım, siz dibe vurup vurmadığına karar verin: 

-Karakollardaki işkence aletlerinin isim ve şekilleri gazete sütunlarına taşındı.

-"Derin Devlet" artık alay konusu haline geldi.

-Her defasında "şeriat geliyor" yaygarası safsata olarak görülmeğe başlandı.

-Her faili meçhul olaya yazılan seneryoların hiçbirisi tutmadı ve "fos" çıktı.

-Kamuoyunu oluşturan ve yönlendirenler kimi "mahkûm" ettirdiyseler halk da onlara teveccüh etti. Onları yükseltti.

-Askerin son çıkışına entellektüel kesimden ciddi manada bir tepki gelmeğe başladı.

-Siyasi görüşü, değer yargıları ne olursa olsun, demokratik sistemi olması gerektiği gibi kabullenen ve ülkenin selameti için bundan başka da çıkış yolu göremeğen aklı selim yazar-çizer kesimimiz "inanç unsuru"nun gözardı edilemeyeceğini nihayet vurgulayarak, insanlarımıza daha fazla baskı yapılamayacağını dile getirmeğe başladılar. Bu baskılar devam etmesi halinde çok büyük sosyal çalkantılar kaçınılmaz hale gelir, görüşünde birleştiler.

Siz, bizim -önemli gördüğümüz- tesbitlere daha ilaveler yapabilirsiniz. Yüksekten düşen bir insanın halini düşünün: Eğer tatlı canı çok acıdıysa, "yandım anam!" gibi bir çığlık atar. Şimdi biz, bu dibe vuruşu, yandı vatan!, itirafı olarak telakki ediyoruz.

Ve bu itirafı, bu düşüşün kabullenişini, sistemin (bize göre sistemsizliğin) çöküşü diye yorumlarken aynı zamanda tekrar su yüzüne çıkmak için bir başlangıç noktası olarak kabul ediyoruz.

Düze çıkmak için: Dobra dobra! Evet, düşünebilen beyinler dobra dobra konuşmalı, dobra dobra yazmalıdırlar.

Bir yerlere diyet borcu olmamalı, korkmamalıdırlar.. Istiklâl Marşı okunurken, marşın sesini duydğumuz yerde "saygı duruşu"muz, her sabah "Türküm, doğruyum, çalışkanım"ı okuyuşumuz, dağa taşa "Ne mutlu Türküm diyene" yazışımız, yerli malı haftaları düzenleyişimiz, Fatih, Yavuz, Atatürk`lerimizin evlatları oluşumuz, vatanın birlik ve bütünlüğünü hergün her yerde haykırışımız.....Hatta üç defa bayrak üç defa da Kuran öpüp başımıza koyuşumuz bizi istediğimiz seviyeye getirmedi. Çünkü: 

1- Samimi değildik

2- Şuurlu değildik

3- Ehil değildik

4- Cesur değildik

Bir ülke, hür düşünceye imkân ve ortam sağlayan, ilim-araştırmaya önem veren bir zeminde, şahsiyeti oturmuş, kendisinin dışındaki düşüncelere müsamaha gösteren insanların, sloganların arkasına sığınmadan memleket ve dünya gerçeklerini kavrayarak idareye talip olan siyasilerin sayesinde kalkınır.

Ülke olarak da insan olarak da başkalarına yaranarak büyüyemezsiniz. Kendinize ve beyninize güvenemiyorsanız vay sizin halinize. Düze çıkabilmeniz için "yardım!" diye bağıracağınıza "damarlarınızdaki asil kanda mevcut" olana müracaat etsenize!...

Niçin ülkeyi terk ediyorsunuz? Yoksa mutlu değilmisiniz?

Tek tip insan "yaratma " sevdasından vazgeçin. Bu mayanın tutmadığını gördünüz. Zaman, icraat zamanıdır. Nutuklarla kalkınan ülke yok. Bu ülkeye ve insanlarına yapacağınız enbüyük hizmet; insanları kendi düşüncelerinde serbest bırakmanız, kıyafetiyle, sermayesinin rengiyle uğraşmamanızdır. Devlet imkânlarını elinizde tutup, vatandaşı karşınızda iki büklüm etmemenizdir.

Herşeye rağmen kötümser değilim.

Bu millet bu badireyi de aşacaktır. Bedelinin bundan daha ağır olmamasını temenni ediyorum. Düze çıkmanın yolu; samimiyet, şuurluluk, ehillik ve medeni cesarettedir.

SAYFA BASI





  TAŞRALILAR

Bugünlerde sıkca gündeme gelen "taşra" sözcüğü bize çok şeyler hatırlatıyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan romanlardan, ilk seyrettiğim filmlerden hafızamda yer etmiş bir "taşralı kız" veya "taşra delikanlısı" var. Onlar, genellikle samimi, kendi yöre kültürüyle yoğrulmuş, erkeği sapına kadar erkek, kızı ise tam bir Anadolu kadını, yani bir namus abidesi.

Taşra, kelime manası itibariyle; merkezden uzak, kenar semt veya yer manasına gelir. Bizde, taşra denilince daha çok Anadolu köylüsü akla gelir veya öyle anlaşılır.

Merkez; hep İstanbul olmuştur. Edebiyatta, sanatta, siyasette ve ekonomide ülkenin kaderini Istanbul belirlemiş, Ankara da uygulayıcısı olmuştur.

Şimdi, yazımızın başlığıyla beraber bizde birşeylerin çağrışımını yapan konuları başlıklar halinde irdelemek istiyoruz:

Taşralı Kız
 
Şayet hiç sevmediğiniz, size düşman gözüyle bakan biri varsa ona, "taşralı kızın başına gelenler senin de başına gelsin" diye beddua edin. Çünkü, taşralı kızı çok dindar(?) olan babası, "kız çocuğu okumaz" diye mektebe göndermedi. Çoğu zaman evlendirdikleri kocası olacak "eşşek" ona "eşşek sudan gelene kadar" kadar dayak attı. Bazen de kendisi kahvede keyif çatarken "hatun" hamal gibi çalıştı.

Taşralı kız, büyük şehire gittiğinde şaşırdı kaldı. Köylü kalmak istedi olmadı. Şehirli olayım, dedi, kabul etmediler. Neticede onun hayat tarzına yeni bir ad buldular: "Arabesk".

Aktüel dergisinde yapılan bir araştırmanın neticesiyle ilgili haberi okudum: Türkiye`de bakirelik yaşı onbeş`e inmiş. Cinsellik konusunda birçok Avrupa ülkesini sollamışmışız. Gerçi bir bozulmanın, ahlâk değerlerinin gittikçe önemini yitirdiği bir sürece millet olarak girdiğimizi müşahade ediyordum ama doğrusu bu kadarını görünce, ağzımdan gayr-i ihtiyari bir cümle çıktı: Eyvah! Namus elden gidiyor. Taşralı kızın giyimini demode (modası geçmiş) buldular. Ahlâki değerlerine, o eskidendi, dediler. Sakallı dedesini, bıyıklı-şapkalı babasını, başörtülü anasını

beğenmediler. Istanbul ağzıyla konuşamadığı için türkçesiyle alay ettiler. "Parayla saadet olmaz" şarkısını çok dinlemişti ama herşeyin "para" demek olduğu bir zamana karşı koyacak gücü de kalmaştı. Ver elini metropoller, ver elini Avrupa. Dünün taşralısı bugünün şehirlisi, avrupalısı olmuştu . Onu kimse tutamazdı artık. Taşlar yerinden oynamıştı bir kere. Taşralı kız, kaba çiçeği gibi açıldıkça açıldı: Bakirelik yaşı onbeş. 

Taşra delikanlısı
 
Babatoprağı ihtiyaca cevap vermeyince Anadolu`nun kasaba ve köylerinden büyük şehirlere göç eden genç nesil büyük şehirin kısa zamanda bütün "puştluklarını" kavrar. O artık taksici, dolmuşcu, esnaf ve seyyar satıcıdır. Kapıcı, inşaat işçisidir. "Büyükler"inin nasıl zengin olduğunu keşfetmede fazla gecikmez. Kapıcılıktan apartman sahipliğine, inşaat işçiliğinden kamu arsaları üzerine dikilen binaların müteahitliğine, geceleri bar ve pavyonlarda para saçan "iş adamı"lığına terfi etmiştir. İçinde büyük bir para kazanma hırsı var. Şuuraltında düzenden intikam duygusu hakim. Kendi namusuna toz kondurmaz.

İthal fahişeleri görünce dizlerinin bağı çözülür, ağzından sular akar. Namusu için adam vurduğu gibi, uçkuru için de vurmayı erkeklik sayar. Dedik ya, taşlar yerinden oynamış, değerler alt-üst olmuştur. Metropol hayatı onu medenileştireceği yerde ihtirasları uğruna vahşileştirmiştir. Taşralı delikanlının yerini "şehir magandası" almıştır.

Taşralı Esnaf  
Anlı-şanlı sanayici ve iş adamlarımızın Türkiye`de kazandıkdıklarını Avrupa ve Amerika`larda yediklerini bildiğimiz gibi Anadolu tacir-tüccarının da kazandıklarını "iş icabı" gittikleri büyük şehirlerde harcadıklarını biliyoruruz. Kendi yöresinde saygıya değer, ağırbaşlı, muhafazakâr "böyüklerimiz" in felekten nasıl gün çaldıkdıklarını da biliriz. Taşrada kuldan utanır Allah`tan korkar gibi yapar ama -meselâ- İstanbul`da ne Allah`tan korkar ne de kuldan utanır. Çünkü,orada onu kimse tanımaz.

Taşralı Siyasetçi
Buna, taşralıların siyasete soyunması mı desek, yoksa, taşralı şehirlilerin uyanışı mı desek, bilemiyorum. İyi tesbit ettiğime inandığım bir şey var :
Taşranın ve taşralının sabrı tükenmiş, sistem dikta eddiricilerin bütün yolları tıkanmıştır. Rahmetli Menderes ile başlayan siyasi harekât Demirel ve Özal`la başarılı ve başarısız dönemler geçirerek bugünlere gelmiştir. Halk, seçim meydanlarında verilen sözlere inanmış ve vekilini Ankara`ya göndermiştir. Netice ortada, yoruma gerek duymuyoruz.

Son günlerde iyice rahatsızlığını ortaya koyan, hatta bir korku ve telaşın hakim olduğunu anladığımız müessese ve yönlendirme özelliğine sahip kalemler birşeylerin elden gitmek üzere olduğunu belli yerlere duyurmaya çalışıyorlar. Bunlar, bize rağmen bizi "idare" edenler, seçtiğimiz vekili bazen istedikleri gibi yönlendiren bazen de -vekilimizin basiret ve cesaretsizliğini de görünce- susturanlardır. Hangi siyasi parti olursa olsun; gelinen nokta : Halka rağmen siyaset,dayatmayla devlet idaresinin iflasını görmüş olmalarıdır.

Bu gelişme bize ümit veriyor. Bu ülkenin vatandaşı olmanın tadını çıkarmak istiyor, memleketimizin insanlarıyla beraber bu sıkıntılardan kurtulmasını arzu ediyoruz. Taşralı kızın, taşralı delikanlı ve esnafın yaptığı hatayı Taşralı Siyasi`lerimizin bu saatten sonra yapmıyacağına inanmak ve görmek istiyoruz.

Memleket için hayırlı olsun.


SAYFA BASI





BİZİMKİLER

Geçenlerde bir arkadaşı iş yerinde ziyaret ettim. Siyasi görüşlerimizde epey farklılıklar olmasına rağmen iyi bir dostluğumuz var. Bazen ben ona takılırdım ama bu sefer o erken davrandı: 

-Sizinkilerden ne haber? 

Biraz alaylı bir soruş şekliydi bu. Ne kastettiğini anladım. Doğrusu biraz da zoruma gitti.  

Derken, ağırlığını Türkiye`deki gelişmeler teşkil etmek üzere, görüşmemizi tamamladıktan sonra ayrıldım. Ama "sizinkiler" kelimesine ve onun yaptığı çağrışıma takıldım:  

Arkadaşın "sizinkiler" dediği bizimkilerdi. Bizimkiler de acaba bizler için "bizimkiler" diyebiliyormuydu? 
Kimdi bu "Bizimkiler" ?:

Sevdalandığımız yola kırık-dökük bir arabayla devam ederken bir "12 Eylül" sabahı U.S.A markalı bir tanka tosladık. Daha doğrusu tank bize tosladı. Kazaya (!) sebebiyet veren biz olmadığımız halde suçlu görüldük. Ölenlerimiz, yaralananlarımızın yanı sıra ayılıp-bayılanlarımız derken aklımız başımıza ancak beş-altı sene sonra geldi. Durum değerlendirmesi yapalım dedik. Kimse bizi dinlemedi. Daha türkçesi, adam yerine koyulmadık. Bildiğiniz gibi o günden sonra bizimkiler burunları doğrultusunda yollarına devam ederken beyni ve gönlüyle bu yola sevdalanmışların büyük bir kısmının samimi feryatları, varlıklarını başkalarının var oluşuna borçlu olan bir takım "dava adamları" tarafından bastırıldı.

Bizimkiler, herşeye rağmen hiç de bizimkilere yakıştıramadığımız, bir kurultaydan sonra yeni liderlerini seçerek yollarına devam ettiler. Çok uzun bir zaman geçmeden "tarihi bir fırsat" yakaladılar. Bizi, hele o saatten sonra hiç kendilerinden saymadıkları halde reyimizi de duamızı da kendilerinden esirgemedik. Bunu bizimkiler bilmez, Halık bilir.

Biz onlara, yine bizimkiler diye baktık. Bazen; hadi arslanlarım Cenab-ı Allah bir imkân tanıdı, gösterin kendinizi! Bu milletin yüzünü güldürün! Vallahi biz de sizinle gurur duyacağız, diyecektik ki, hevesimiz kursağımızda kaldı.

Nerdeyse bizimkileri tanıyamayacak hale geldik. Gördüklerimize gözlerimiz, duyduklarımıza kulaklarımız şahitlik yapıyordu .

Yıllarımızı, o yıllarla beraber verilebilecek herşeyimizi verdiğimiz, bir harekâtın lider kadrosu ve "dava" mührünü elinden bırakmayanlar, hakiki dostu düşman gibi görenler ve yılların birikimini, emeğini ve beklentilerini böylesine çar-çur edenler mi -ihanete dilim varmıyor- "dava"ya kötülük yapıyor yoksa "hain" ilan ettik leriniz mi? Diye sorası geliyor insanın.

Velhasılı bizimkilere hem acıyor hem de kızıyorum, çünkü: 
Bizimkiler, ehilin elindeki emaneti alıp cahile verdiler. Dostu görmezlikten gelip düşmanı tanıyamadılar.

Devlet idaresine talip olanlar, hele hele uzun yıllara yayılan bir mücadelenin neticesinde, iç ve dış dengeleri iyice tarttıktan sonra bir de kendilerini tartmalıdırlar, tartmalıydılar. Anlaşılan odur ki, bizimkiler ne tartmış ve ne de tartılmışlar.

Her hal-ü kârda bu hezimetin bedelini , yeri gelince felan dönemin milletvekilleri veya bakanları olarak Türk siyasi tarihine geçecek olanlar değil, bu davanın hiçbir dünyevi menfaat beklemeden hizmetkârlığını yapmış olan isimsizler ödeyecek.

Bizimkiler!...Düzene çekidüzen verecektiniz.....Yamulmadık yeriniz kalmadı. Hangi "değer"i koruyabildiniz? Taviz vermediğiniz ne kaldı?..

Siz, gerçekten bizimkilermisiniz?

Siz, yerden mantar biter gibi bitmediniz. Sizin oraya gelişinizden evvel bizim o yollarda harcadığımız gecemiz gündüzümüz, canlarımız, gençliğimiz var..

Düşlerimiz, ümitlerimiz, ülkülerimiz var.

Yaratan`ın huzurunda iki elimiz yakanızda olacaktır bilesiniz, bizimkiler!

 SAYFA BASI








MÜLAKAT

-Kendinizi bize nasıl tanıtmak isterdiniz?

Çuvaldaki unun, samanlıktaki otun ve samanın, çardaktaki tezeğin, cepteki -zaten pek olmayan- paranın dibe vurduğu, köy arkı buzunun henüz çözülmediği,babalarımızın Kore dedikleri yerde "Vatan borcu"nu icra ettikleri bir zamanda, köydekilerin "candarma" görünce küçük dillerini yuttukları bir devirde, dedelerimizin şeker olmadığı için çayı iğde veya kuru üzümle içtikleri bir kıtlık döneminin şubat ayının ortalarına doğru Dünya`ya gelmişim.

-Nasıl bir çocukluk dönemi geçirdiniz?

Yazın kavurucu sıcağında -kelimenin tam manasıyla- ayak yalın başı açık bir şekilde tarlada, bağda-bahçede, kırlarda bir rençber çocuğunun yaptığı şeyleri yaptım ve öyle bir çocukluk geçirdim. Yani, her zaman lastik ayakkabım olmadığı için bazen ayağıma diken battı ağladım, bazen sıcak yaktı ağladım. Kışın da lastik ayakkabım olduğu için ayaklarım dondu ağladım. Tabiatın kucağında yetiştim. Topraktan çıkan herşeyi bilir ve tanırdık. Yılanlarla dalga geçer, kurbağalarla oynardık. Baharı iğde çiçeklerinin kokusuyla hatırlıyorum.

Çatlayan toprağa ilk düşen yağmur damlasının nasıl bir "Rahmet" olduğunu o zaman kavradım. Ve o zamandan beri o ilk yağmur tanesinin toprağa düşerkençıkardığı toprak kokusunu hiçbir dünya markası parfümle değişmemek üzere ruhumun derinliklerine yerleştirmişimdir.

-Sizi en fazla mutlu eden neler oldu?

- Otlattığım hayvanları akşamları eve karınları tok olarak getirebildiğimde çok mutlu oluyordum. Öğretmen dayımın köy terzisinde bana gabardin kumaştan ilk pantolon diktirmesi beni çok sevindirmişti.

-Peki o zamana kadar ne giyiyordunuz?

Anamızın şeker çuvallarını sökerek diktikleri "şalvar"ı giyerdik.  

-Öğrencilik yıllarınız?

-Baba kavramı bizde eşittir korku. Bir de öğretmen demek, korku demekti. Öğretmenlerimizden hem korkar hem de onlara saygımız vardı. İlkokul, orta, lise derken bir baktıkki hayatımızın en güzel ve mutlu yılları gelip geçmiş. Bizi bugünlere taşıyan değerler meğer o zamanlar yoğrulmuş. Romanla, şiirle ve ahlâki ölçüler içerisinde aşkla tanışıklığımız hatta memleket meseleleriyle ilgilenmemiz hep o güzelim talebelik yıllarına dayanır.

-Kimler veya neler sizde iz bıraktı?

Rahmetli dedemin kelimelerle izahı zor olan bir ruh hali içerisinde namaz kılması, dua ederken gözlerinden yaşlar akması, köyün müezzini minaresiz caminin üzerinde göründüğünde bizim bakkaldan iftar açmak için aldığımız bisküvi veya akide şekeri gibi şeyleri "Allahu Ekber" demesiyle beraber eve gidene kadar yememiz, köy mollasının minberden caminin içine yayılan o davudi sesi bende iz bıraktığı gibi düğünlerimiz; davulu, zurnası ve yaşlılar meclisinde iki gün iki gece çalıp söyleyen, anlatan aşıklar ve o destanlar....

Sizin anlayacağınız halk türküleriyle efkârlandım ve neşelendim. Türkülerimizdeki mesajı doğru aldığıma inanıyorum. Anadolu toprakları üzerinde yaşayan insanları türküler sayesinde daha iyi tanıdım ve sevdim. O dönemin türküleri ve onları hakkıyla icra edenler de bende izler bıraktılar.

-Ve derken tahsil için buralara geldiniz. Uzun yıllardır burada yaşıyor ve artık buralı sayılırsınız. Doğup büyüdüğü yerlerden onyıllardır uzaklarda yaşamak nasıl bir duygu?

Buralı mı yoksa oralımıyız? Gönlümüzden geçenlerle gerçekler değişik şeyler Galiba R.Oğuz Arık`ın sözüdür: Vatan`ı uzaktan sevmek, denizi kenardan seyretmek kadar güzeldir. Fakat denizin içine girdiğinde azgın dalgalar veya köpek balıkları tarafından yok edilme tehlikesi de her zaman mevcuttur. Böyle bir tehlike atlattığım için şimdilik bedenim burda gönlüm oradadır. Herkes gibi ben de severek buralarda kalmıyorum. Şartlar öyle gerektiriyor.

-Hayat grafiğinizde muhakkak inişler ve çıkışlar olmuştur. Yeniden başlamak gibi bir şansınız olsaydı hangi yanlışlarınızı düzeltirdiniz?

Zaten hayat grafiğinin iniş ve çıkışları olmayan bir insanın tecrübe birikimi biraz zor olur. Tecrübe, düşüp kalkarak, kazanıp kaybederek, ağlayıp gülerek kazanılır. Yeniden bu dünya hayatını yaşamak istemezdim galiba. Ama yine de öyle olmuş olsaydı:

1. Hayat ustalarının sözünü dinlerdim.

2. Yapacağım veya yapmak istediğim işi, projeyi iyice düşünür taşınır, bir ehline danışır sonra karar verirdim. Çünkü, bir "evet" sözü bana çok pahalıya mal olmuştur. Oun için, "hayır" demeği de bilmek gerekir.

3. Bilen geçinen cahillerin reisi olmaktansa alimler dergâhının kapıcısı olmayı tercih ederdim.

4. Kendi düzenimi kurmadan Dünya`ya düzen verme gibi bir aptallığı yapmazdım.

5. Rahmetli N. Fazıl`ın nefsine haykırdığı gibi ben de kendi nefsime hergün defalarca haykırırdım: "Diz çök önümde ey zorlu nefs, diz çök!"  

-Siz hayat dediğimiz zaman dilimini nasıl tarif ederdiniz?

Bazen yataktan fırlarcasına kalkar, önce sağı-solu bir gözden geçirirsiniz. Yavaş yavaş aklınız başınıza gelmeğe başlar ve yaşadıklarınızın sadece bir rüya olduğunu anlayınca bir of çeker, rahatlarsınız. Bazen de, tüh! Keşke uyanmasaydım, diyerek hayıflanırsınız.

Bana göre hayat da bitim noktası ve yeniden uyanış zamanı gelip çattığında böyle bir rüya gibidir. Ama her hal-ü kârda bu dünyalık hayat herşeyin bitişi değil. Bilakis, asıl hayattaki mertebenin belirleneceği bir hazırlık safhasıdır. Böyle olmasaydı şayet, ne hayatın ne yaşamanın ve ne de insan olmanın hiçbir esprisi olmazdı.

-Söyleşimize burada ara verip birdahaki sayımızda devam ettirebilirmiyiz? İnşaallah!.. 


SAYFA BASI






                        
"KUTLU DOĞUM" VE İNSANLIK 

Geride bıraktığımız haftalar içerisinde  Cenab-ı  Allah`ın yaratmış olduğu insanlığın kurtuluşu için görevlendirdiği son elçisi Hz. Muhammed (S.A.V)`in doğum yılı münasebetiyle yurt içi ve yurt dışında çeşitli anma toplantıları tertiplendi. Bunlardan birkaçına ben de iştirak ettim.

Dinleyici olarak katıldığım toplantılarda bildiğimiz ve duyduğumuz şeylerin dışında ,  bizi yeniden düşünmeye sevk eden, aydınlatıcı, imanımızı güçlendirici güzel tebliğler de dinledik. Kendi çapımda önceden yapmış olduğum bir tesbitimin teyit edilmiş olduğu noktasında da ayrı bir bahtiyarlık hisettim:

Kuran-ı Kerim, kelimenin tam manasıyla okuyan, düşünen, araştıran ve tahlil edebilen kapasiteye sahip insanlara öncelikle hitap ediyor, onların vasıtasıyla da az bilen veya bilmeyenlerin aydınlatılması gibi bir yolu tercih ediyordu. Böyle olmasaydı zaten "Bilmeyenlerin bilenler üzerinde hakkı" gibi bir hüküm olmazdı. Birkaç asır diyebileceğimiz zamandan beri din ehil olmayanlara terk edilmiş, okumuş zümre de arayışlar içerisinde bocalıyordu. Ehil olmayana terk edilen  din bu sefer cehaletin, geri kalmışlığın, tahammülsüzlüğün sebebi gibi gösterilerek dinden uzak durmak "moda" haline geldi. Kuran okuyanların büyük bir kısmı Kuran mucizesini anlamak noktasından çok uzak oldukları halde O´nun adına ahkâm keserken, okuması gerekenler zaten okumadan O`nun aleyhinde ahkâm kesiyorlardı. 

İnsanlık adına üzüldüğümüz, utanç duyduğumuz o kadar kötü gelişmelerin yanısıra, sevinebileceğimiz güzel gelişmeler de yok değil. Bunlardan birisi de sadece ne Arap`a, Fars`a, veya Türk`e ve ne de başka herhangi bir millete , coğrafyaya ait olmayan İslâm`ın bilhassa Avrup`a ve Amerika`da düşünen, arayan insanlar tarafından kabul gördüğü ve böylece hızlı bir yayılma sürecine girdiğine şahit oluyoruz. Alman "Der Spiegel" dergisinin bundan önceki sayısında da bunu görmek mümkündür. 

Dergi, bildiğimiz bir "Batı Gerçeği"ni itiraf ediyor: Komünizmin çökmesinden sonra Batı Dünyası kendisine yeni düşman seçti; İslâm.

Malzeme çoktan hazırdı: Herhangi bir müslüman ülkesinde cinayet işlense, Hakk`a ve halka rağmen zalim diktatörler türese - eğer Batı`nın menfaatlerine ters düşüyorsa- bunlar "İslâmcı" ilân ediliyor. 

Bu mantığa göre; Toprakları işgal edilen, hürriyetleri ellerinden alınan Çeçenler, işgalci Ruslara karşı en tabii savunma hakkını kullanırken "Radikal İslâmcı"`dırlar , fakat Hiristiyan Ruslar``a  bir sıfat yok. Yine, burunlarının dibindeki Bosna`da binlerce kadın, erkek, çocuk katledilirken, genç kızların ve kadınların ırzına geçilirken görmemezlik ve duymamazlıktan gelindi.

Avrupalı Müslümanlar`a  bu alçakca muameleler reva görülürken, Avrupalı Hıristiyan olan Sırp`lara "Vahşi, canavar, terörist, radikal Hıristiyanlar" gibi sıfatlar takılmadı. Halbuki işlenen cinayetler Hıristiyanlık adına yapılıyordu. Çünkü , ölmesi gereken, ırzlarına geçilmesi gerekenler müslümandı. Burada sadece bir gerçeğin altını çizmek istiyoruz. Benim dinim, senin dinin tartışmasınıgereksiz ve zararlı buluyoruz. Bizim inancımıza göre bütün canlı ve cansızların tek yaratıcısı Allah, Hz. Adem`den , son Elçi Hz. Muhammet`e (Allah`ın selamı O`nun üzerine olsun) kadar yarattığı insanların huzur ve mutluluğu için elçileri vasıtasıyla gidilmesi gereken yolu göstermiştir. Gidilirse aydınlık, gidilmezse karanlık olduğunu da okuduk, gördük ve şahit olduk.

Müslüman, "Elinden ve dilinden başkasına zarar gelmeyen" insan olduğu gibi başkalarının da elinden ve dilinden kendisine zarar verilmesine karşı savunma hakkını kullanan insandır.İslâm, saldırgan değildir. O`nun son elçisi de yaptığı savaşları savunma amacıyla yapmıştır.İnsanlığı selamete çıkaracak olan Kuran-ı  Kerim  mealen "Senin dinin sana, benim dinim bana" hükmünü getirerek başkalarına kendi mensup olduğu dini zorla kabul ettirmeyi ortadan kaldırılmıştır. Der Spiegel; Hz. Peygamber`in köleliği ortadan kaldirmadığını iddia etmiş. Halbuki ilk azledilen Köle, Efendimiz`in kendi kölesi durumunda olan Bilal Habeşi`dir. 

Bindörtyüz seneden fazla bir zaman önce ırk ve renk ayırımını, bunların birbirlerine olan "üstünlüğü " nü yasaklayan, her insanı Allah`ın kulu olarak gören, üstünlüğü sadece "Takva"da arayan ve böylece kul`a kulluğu da yasak eden bir İlâhi Nizâm insanlığı sadece selâmete götürür. İnsana, dünyada ve ahirette huzur temin eder.
İnsan oğlu`nun dine benzemek yerine, dini kendine benzetmeye çalışması neticesinde ortaya bugünkü dünya hali çıkmıştır. Bu, Hz. Musa`nın elçilğini yaptığı dini "milli din" haline getirenler için geçerli olduğu gibi, Hz. Isa`yı -haşa- Allah`ın "Mavi Gözlü Oğlu" yakıştırmasına getirenler için de geçerlidir. Ve aynı zamanda şu kavime bu kavime göre, o mezhepe bu mezhepe göre din de müslümanları bugünkü noktaya getirmiştir. 

Cenab-ı Allah`ın son Elçisi`nin insanlığın huzuru, cehalet, kötülük ve geri kalmışlıktan kurtuluşu için yaptığı icraatları doğru anlayabilir, Kuran-ı Kerim`in verdiği mesajı doğru alabilirsek,

Bilmem hangi gezegendeki taş parçalarını mikroskop altına alan ilim ve ilim erbabı peşin hükümlülükten kendini kurtarıp Kuran mucizesini keşfedebilirse,

"Bana bir harf öğretenin kölesi olurum", "İlim, Çin`de de olsa arayıp bulun", "İlim, kadın erkek her müslümana farzdır" diyen dine, entellektüelimiz sırt çevirmeyerek, alimin yüzüne bakmayı sevap kabul bir inancın alimi olmayı hak etmiş olsalardı, Batı`nın yükselişindeki esprinin, Kuran`nın  her insana koyduğu ilim şartını, Batılı alimin yakalamasıyla gerçekleştiğini kavrayarak kendisi de bu yolu seçmiş olsaydı, Batı karşısında bu derece küçülmeğe, ezilip-büzülmeğe gerek kalmadan, hem kendicoğrafyasında hem de Dünya`da şimdiki konumlarından çok daha iyi bir noktada olsalardı,

İnsanımız ve bütün insanlık bugünkü durumundan daha iyi  olmazmıydı?......

Ümmetin adına şefaat ya Resullullah!...

SAYFA BASI



Dilimiz - Dinimiz

Konfiçyus`a sormuşlar: Seni bir devletin başına getirseler ilk önce ne yapmak istersin?

-Önce o milletin dilini düzeltirim.

Bana da birisi, şimdi baklayı ağzından çıkarabilirsin. Ne diyeceksen de!

-Dilinizi eşek arısı soksun emi! Derdim.

Bu bedduayı önce Türkpartner`de uyduruk-kıytırık kelimeler kullananlara sonra da dilimizi kuş diline çeviren "aydın", siyasetçi, bürokratlara ederdim. Dil, bir milletin en önemli ortak değerlerinin başında gelir. Dilinizin bozulmasıyla beraber diğer değerleriniz de bozulmaya başlar. Nesiller arasındaki bağlantı kopmaya başlar. Kültür tarihinize mal olmuş eserleri anlamakta zorluk çeker, şairinizi, yazarınızı ve onların eserlerini hem kitaplığınızdan hem de kafanızdan çıkarır, rafa kaldırırsınız. Dil hazinenizden zamanla bazı kelimeler kaybolur gider. Siz farkında olmazsınız. O kelimeler ki, yüzyıllar ötesinden yoğrularak gelmiştir. Kendisi bir kelime ama size birçok şey anlatır. birçok şeyin çağrışımını yapar. İşte o yeri doldurulamayacak kelimelerle birlikte sizden de birşeyler eksilmeğe başlar. Sonra bakarsınız ki, karşınızda zevksiz, renksiz ve dilsiz bir nesil duruyor:

Cebindeki paranın sayısı kadar kafasında kelime yok.Akordu bozuk saz gibidir. Tangur-tungurdan başka birşey duymazsınız. Her iki kelimeden birisi "şey", "yani" diye ağzından çıkar.

Anlıyamazsınız....

Ne dili ne de düşüncesi berraktır.

Hele bir de Avrupa`da yetişenleri buna ilave edin. Ve anlaşın ve anlayın şayet anlaşabilir , anlayabilirseniz.

Ve anlatın, şayet anlatabilirseniz.

O halde: Hiç değilse yazar-çizer takımımız Türkçe`yi yazarken ve konuşurken mümkün olduğu kadar düzgün kullansa. Meselâ, misal ile örneği birbirine karıştırmasa. Seyretmek ile izlemenin değişik manalar ifade eden kelimeler olduğunu farketse...

En önemlisi, bir çok konuda kendi değer yargılarını ön plana çıkaranlar dil konusunda da düşüncelerine ters düşmeyecek bir çizgi takip etmeli, kendilerini zorlamalıdırlar.

-Efendim, bu kelimeler dilimize yerleşmiştir artık.

Yani, yapacak bir şey yok (?) Madem bu konuda teslim bayrağını çekiyorsunuz, o halde oturun oturduğunuz yerde! Hangi davadan, mücadeleden dem vuruyorsunuz?

Sizin M. Akif`i, Yahya Kemal`ı, N. Fazıl`ı, A. N. Asya`yı, Ömer Seyfettin ve daha nicelerini yeni nesillere anlatma diye bir derdiniz yoktur. Allah`a çok şükür ki, din kültürümüzü ayakta tutan "köşe taşları" henüz daha bu dil kıyımına karşı durabilecek alt yapıya ve şuura sahiptirler.

O biçim Türkçe konuşan, yazan ve o biçim okuyanlar, Yunusları okuyamaz, Karacaoğlanları dinleyemez ve en güzel Türkçe`yle Kur´an mealini anlıyamazlarsa bunun vebali kime aittir?

İddia ediyorum: Diline sahip çıkamayan dinine de sahip çıkamaz. Latince bu gün konuşulan bir dil değildir ama hıristiyanlığı latincenin dışında aramaya kalkarsanız öze inişiniz mümkün olmaz. Eski Yunanca da aynı şekilde Batı kültürünün vazgeçemeyeceği unsurlardan diğeridir. Batı, ölü bir dili diri tutmaya çalışırken biz, dipdiri bir dili gün geçtikçe öldürüyoruz.

Hıristiyanlığı öğrenmek için batı dillerinden birini öğrenmeniz yeterlidir. Çünkü, bu dillerden herhangi birisi sizi o kaynağa götürecek şekilde korunarak gelişmiştir.

Fakat bu dillerin herhangi birisiyle siz İslam kültürünün kaynağına inemezsiniz.

Bunun için ya Arapça ya da Farsça veya Türkçe bilmeniz gerekir. Batı Dünyası`ndaki şarkiyatçılar yukarıdaki dillerden en az birini mükemmel bir şekilde bilirler. Onlar da ancak bizim bu dillerimizin birisi vasıtasıyla İslam ile bütünleşen, zenginleşen şark Kültür`ü kaynaklarına inebilirler. Onun dışında, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bir Almanca veya İngilizce bilmekle bindörtyüz senelik birikimi doğru öğrenmeniz mümkün değildir.

Çünkü, o ruhu ancak yine o dille anlayabilirsiniz. Başka türlüsü mealen tercümeden öteye geçmeyen teknik bir şey olur.

Anlatmak istediğim, kaygum, endişem, korkum özet olarak şudur:

Ana dili Türkçe, Farsça veya Arapça olan ama öz dilini yarım-yamalak konuşanların dinlerini de dillerini konuştukları kadar öğreneceklerdir..

Yani yarım-yamalak dil ve yarım-yamalak din.

Çaresi: Ana dilini doğru-düzgün öğrenerek yaşadıkları toplumda silik bir

şahsiyet olmaktan kurtularak, şahsiyet sahibi bir kişi olarak yaşadığı topluma

ve dolayısıyla dünyaya renk katan, tek kültürlülükten çok kültürlülüğe katkıda bulunan, mensub olduğu dinin (İslam) manevi değerleriyle de hem bu dünyası hem de ahireti için kendisini tamamlayan nesillerin yetişmesini sağlamaktır.

Aksi halde; Ne kadar dil, o kadar din.

SAYFA BASI





GELECEĞİMİZ--TEMİNATIMIZ

Eðer bu yazýdan hareketle "geleceðimizin teminatý çocuklarýmýzdýr " diyeceðimi zannediyorsanýz yanýlýyorsunuz. Niçin yanýldýðýnýzý da izah etmeðe çalýþacaðým.

Yanlýz ondan önce bir açýklama daha yapmak istiyorum; Bizim hedef kitlemiz Türkiye dýþýnda yaþayan insanlarýmýzdýr.

Þimdi konumuza dönüyoruz.

Siz önce köyünüzde-kasabanýzda mülk aldýnýz mý? Aldýnýz!

Aradan epey bir zaman geçtikten sonra Türkiye`nin büyük þehirlerinden de daire.-apartman-dükkan v.s. aldýnýz mý? Aldýnýz!

Yine epey bir zaman sonra gözünüz taþa topraða doymadýðý için bu sefer yaþadýðýnýz Avrupa ülkelerinden de ayný "ölü yatýrýmlarý" yapmaya devam ettiniz mi? Ettiniz!

Ucuz yiyip, ucuz giyerek artýrdýklarýnýzýn bir kýsmýný da bankalara vadeli olarak yatýrdýnýz mý? Yatýrdýnýz!

Ve derken çocuklarýnýz büyümeðe baþladý, okullu oldular. Siz iþe gidip gelirken çocuklar da okula gidip gelmeðe devam ettiler. Bir de baktýnýz ki okul yolunda ve çaðýndaki yavrular armutun daldan düþtüðü gibi sapýr sapýr dökülmeðe baþladýlar. Bununla da kalmadý; Yavrularýn bazýlarý sizi takmamaya baþladý.

"Allah Allah!" dediniz, bir mana veremediniz. Bu da yetmedi, bu sefer polis

bir gün kapýnýza dayanýverdi. Çocuðunuz bir haltlar karýþtýrmýþtý. Bir baþka

çocuðunuz, o çok zeki dediðiniz çocuk, günün birinde normal okulundan alýnýp

"Geri Zekâlýlar Okulu"na verilince, "Olamaz!" dediniz.

Ama olan olmuþtu artýk.....

O pýrýl pýrýl, zeki , kabiliyet ve þahsiyet sahibi olmasý gereken yavrularýn büyük bir kýsmýnýn gelecekleri daha þimdiden kararmýþtý.

Þahsiyetsiz ve kimliksiz bir nesil yetiþiyordu: Ne aileye, ne de yaþadýðý ülkeye ve onun düzenine yaranamamýþtý.

Zaten kendisine de pek yaranamadýki.......

Evet, olan olmuþtu artýk. Çünkü, yapýlan yatýrým "ölü" yatýrýmdý.

Yani , "diri" yatýrým veya diri yatýrýmý yapýlmamýþtý.

Hal böyle iken, geleceðimizin teminatý çocuklarýmýzdýr, diyebilirmiyiz?

Diyemeyiz!

Çünkü, biz çocuklarýmýzý zamanýnda teminat altýna almadýk ki, onlar da geleceðin teminatý olabilsinler.

Bu saatten sonra ne yapýlabilir?

Hiç olmazsa bu saatten sonra evladýnýza "yatýrým" yapýn:

Bulunduðunuz þehirde muhakkak bir veya birden fazla Türk kuruluþlarý vardýr.

Onlarýn kapýlarýný çalýn; vatan, din elden gitmiyor ama benim yavrum gidiyor,

diye haykýrýn! Asli vazifelerinin idrakine varsýnlar.

Bulunduðunuz yerde veya oraya yakýn bir Türk Konsolosluðu muhakkak vardýr.

Kapýlarýný çalýn! Yavrularýmýz için ne yaptýklarýný sorun. Asli görevlerini hatýrlatýn. Hatýrlamazlarsa bir üstlerine þikâyetinizi bildirin. Birazcýk medeni

cesaretiniz olsun. Çekinmeyin!

Bulunduðunuz yerin resmi ve sorumlu makamlarýna gidin. Kapýlarýný çalýn!

Sizi kapýdan kovmazlar, korkmayýn. Tam tersine, ciddiye alýnýr, eðer þimdiye

kadar adam yerine konulmadýysanýz veya öyle hissettiyseniz, hiç olmaz ise

bu medeni cesaretiniz ve nihayet kendi evladýnýzýn meselesine sahip çýktýðýnýz

için bu sefer dikkatle dinlenir kabul görürsünüz.

Þimdiye kadar haklarý gasp edilmiþ, topraklarý ellerinden alýnmýþ, hür yaþamalarýna imkân verilmemiþ bir çok mazlum milletler için ve siyasi hareketler için sokaklara dökülüp yürüdünüz.

Gerekiyorsa eðer bu sefer de nihayet kendinizden olan fakat ne size ve ne de

yaþadýðý ülkeye yaranabilen, kimliksiz ve kiþiliksiz nesillerinizin meselelerine dikkat çekmek için yürüyün...

Belki bu vesileyle hem dünyanýz ve hem de ahiretiniz için ilk defa hayýrlý bir yatýrýmýn temelini atmýþ olacaksýnýz.


SAYFA BASI







  UTANMAK

Bu yazımızı "Kadına Özel"in devamı da kabul edebilirsiniz.

Bugünkü beyin cimnastiğimizi başlıkta kullandığımız kelimeden hareketle bir yere oturtmak istiyoruz. Utanmak kelimesi, başka dillerde başka kelimelerle ifade edilse bile, taşıdığı mana itibariyle aynı yere çıkar. Yanlız, bizim kültürümüzde "ayıp" olan şey başka kültürlerde pek de "ayıp" olmayabiliyor. Biz, ayıp olan şeyden utanırız veya ayıp kategorisine dahil ettiğimiz bir fiiliyatı utanç vericiliğe de yorumluyabiliriz. Toplumun meseleleri veya toplumu meydana getiren fertlerin sosyal çıkmazlarına bir çıkış yolu ararken veya gösterirken, o insanların ortak ahlaki değerleri mutlaka dikkate alınmalıdır. Aksi takdirde siz de insanlığın ahlak ölçülerini tahrip edenler kervanina dahil olursunuz.

Anam Almanya`ya henüz yeni gelmiştir. Babamla beraber tren istasyonunda beklemektedirler. Biraz ileride biri kız diğeri erkek iki genç birbirlerine sarmaş dolaş. Anamın gözü birara onların olduğu tarafa kayar ve mevcut manzarayı görür görmez başını çevirirken babamı da ikaz eder: Bey, gel bu tarafa gidelim. Gençler utanmasın. Aslında utanan onlar olamaz çünkü bu fiiliyat o gençler için gayet normaldır. Gayriihtiyari baktığından dolayı utanan annemdir. Annemin ahlaki değerlerine göre utanan, toplumun ortasında bu fiiliyatı işleyenler olmalıdır. Ayıp eden utanmayınca, onun yerine ayıpı gören utanmıştır.

Bazen okuduğunuz bir yazı, bazen gördüğünüz bir resim onu yazan veya koyanları utandırmaz ama siz bundan dolayı hicap duyar, utanırsınız. Işte bizim ahlak ölçülerimiz burada kendini gösterir. Sınır burada başlar veya yerine göre burada biter.

Bazı konular vardır; Eğer konunun ehli değilseniz , irdelediğiniz takdirde ya altından çıkamazsınız veya kaş alırken göz çıkarırsınız. Başka bir tabirle ağzınıza gözünüze bulaştırırsınız. Bazen de hastasına teşhis koymadan yanlış reçete veren doktorun durumuna düşersiniz.

Karı-koca münasebetlerinde bizim toplumumuzun büyük bir kesiminin aydınlatılmaya ihtiyacı olduğuna biz de inanıyoruz. Fakat bizim utandığımız, ayıp dediğimiz şeyler ekranlara, gazete-dergi sayfalarına taşınmamalıdır. Edep ölçüleri içinde bilgi verilmelidir. Utanmadan okuyabileceğimiz, seyredebileceğimiz seviyede olmalıdır.

Burada esas olan, bir ailenin iki temel taşı olan karı-kocanın mutlu bir yuva kurması ve bunu devam ettirmesidir. Bunun için herşeyden önce o insanlarda alt yapının oluşması şarttır. Yani, gereken eğitimi almış olması, evliliğe hazır olması, birbirlerini sevmesi gibi. Efendim, ben geçimini topraktan temin eden bir aileden geliyorum. Toprağı, önce birkaç kez evirir çevirirdik. Taşını, keseğini, yaban otlarını temizlerdik. Sonra da besmeleyle tohum toprağa verilirdi. Belli bir zamana kadar da zamanında çapasını yapar, suyunu verirdik.

Ve zamanı gelince de mahsülü alırdık.

Bilmem anlatabildim mi?

 


SAYFA BASI




 

"KADINA ÖZEL"

Kendimi bildim bileli türkü dinler ve türküyü çok severim. Ah o bağrı yanık türküler.. Bizim edebiyatımızda ister sanat müziği olsun ister Türk Halk Müziği, kadının ağırlıklı bir yeri vardır.

Aşık´ın(Ozan) veya şairin sevgiliye yaklaşımı., onu anlatışı, merdivenlerin basamaklarını yukarıya doğru tırmanmaya benzer. Bazen sırma saç, siyah zülüf bazen ela göz, Ay´ın Ondört´üne benzetilen yüz, bazen de kalem kaşlı veya selvi boyludur. Bunların birinden tutunarak sevgiliye yaklaşılırdı.

O gönül sultanı bazen "Allı Turna" bazen "Kara Gözlü Ceylan" bazen de "Kınalı Keklik" dir.

Kadını "Ana" diye sevmiş, elini öpmüş, başımıza taç etmişiz.

Kadını "Bacı" diye sevmiş, namus bekçiliğini yapmışız.

Kadını "Yar" diye sevmiş, gönlümüzün sultanı, yavrumuzun anası, yuvamızın direği olarak kabul etmişiz. Hayatı O´ndan ayri düşünememişiz.

Ama gel zaman git zaman, derken kadına karşı beslenen bu güzel duyguların yerini baskı, hor görme, istek-arzularının zorla kabul ettirme ve bizim medeniyetimizin dışından gelen: Kadını imal edilen ürünün pazarlanmasında kullanılan bir reklam aracı olarak kullanmanın yanısıra, kadın hürriyeti adı altında .-gerektiğinde kullanılıp ve daha sonra bir kenara atılan- şehevi arzuların tatmininde kullanılan bir malzeme olarak da erkekler dünyasına takdim etmişlerdir.

Kadın olan insanın önünde bize göre iki yol vardır:

1. Ya, kadın kadınlığını bilecek seviyede olacak ve buna binaen hak-hukukunu koruyarak istismar edilmeye fırsat vermeyecek.

2. Veya esen rüzgara kendini kaptırıp giderken mevcut durumu kabullenmis olacak.

Bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor: İster çok gelişmiş, ister az gelişmiş toplumlarda olsun, imkânları elinde tutan kesim erkek kesimidir. Dolayısiyle kadın büyük çapta erkeğin egemen olduğu bir dünyada yaşıyor. Siz, ister erkek ister kadın olun, taşıdığınız değerler ölçüsünde bir kadın veya bir erkek tasavvur edersiniz. Eğer manevi değerleriniz ağır basıyorsa o yönde, şayet bu değerler sizin için bir mana ifade etmiyor da "modern" bir anlayıştaysanız ona göre bir şablon kafanızda oluşur. Biz, zaten kendi hayat tarzını seçmiş, kararını vermişler için bir şey yapamayız. Sorumlulukları kendilerine aittir.

Fakat bir kesim, bir nesil var ki; karar vermede zorlanıyor. Yardıma ihtiyacı var. Taraflardan her biri kendi normlarını dikta derecesinde kabul ettirmeğe çalışıyor. İşte bize burada mesuliyet ölçülerinde sorumluluk düşüyor. Bilmeden yanlış reçete sunulduğu zaman rahatsız oluyor, müdahale hakkımızı kullanmak mecburiyetini hissediyoruz.

Her ” ev reisi" kendi hane halkına, her toplumun ileri gelenleri de kendi toplumuna sahip çıkmalı, onlara doğruları seçmede yardımcı olmalıdırlar ki, insanlık değerlerini kaybetmesin, huzurlu olsun. Biz de bu noktadan haraketle "müdahale" hakkımızı kullanma cesaretini göstermek istedik. İstedik ki, güzellerimiz ve güzelliklerimiz sadece şiirlerde, türkülerde kalmasın. Genç yavrularımız, SADAKAT, VEFA, NAMUS, HAYA, YAR gibi kelimeleri bir kavram olmaktan öte birşeyler ifade eden sözler olarak günlük hayatta da kullanır olsunlar.

Mutlu bir evliliğin devamı birçok şeye bağlıdır.

Bunlar: Karşılıklı sevgi, saygı, birbirini anlama ve çok ciddi olmayan şeylere karşı müsamaha, anlayış gösterme. Beraberce hayatı ve onun geleceğini kucaklamak gibi... Bizi herşeye rağmen ayakta tutan -şimdilik- tek müessesemiz aile yapımız, aile yuvamızdır. Bu değerlerin yavaş yavaş yıkıldığı toplumların içinde yaşayanlar zaten durumun vehametini görüyorlar.

Karı-koca münasebetinde bazı "tabu"lar vardır ve onlar tabu olarak da kalmalıdır diye düşünüyoruz. Yani, onlar dört duvar arasında konuşulmalı, hayata geçirilmeli, onların yolunu yordamını yine kendileri tayin etmelidirler. Yatak odasına varan müdahaleler, deşifre noktasına geldiği zaman insanlığın ar damarları çatlamışdır demektir. Zaman zaman gazetelerde okur, televizyonlarda seyredersiniz: Seyrettikleri filmin tesirinde kalarak banka soydular, cinayet islediler veya bilmem ne yaptılar, diye.. İşte böyle neticelerden korkuyoruz.

Piyasalarda alabildiğine kadın dergileri, kadın-erkek münasebetlerini en mahrem ayrıntılarına kadar işleyen ve resimleyen yayın organlar v.s. var. Bunlardan "bizim" ölçülerimize ve günümüz kadınımızın ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte hemen hemen yok gibi.

Birçoğu "Kadın" adına baldır-bacak teşhiri yaparken, bazıları da kadını bir sandığa koyup kilitlemiş. "Kadına Özel" sayfasını görünce doğrusu bu girişi yapmaktan kendimi alıkoyamadım. Ama girişimim de devam edecektir. Gelecek yazımızda "Kadına Özel"e alternatif sunmaya çalışacağız.

Öyle hazır reçeteleri lumburcob kabullenme lüksünü kendimize yakıştıramadım doğrusu..

SAYFA BASI




Odak Noktamızdaki İnsan

Konumuz olan insan, vasat, yani sıradan bir insandır. Olağanüstü özellikler aramıyoruz. Sosyal bir varlıktır. Toplumla beraber yaşar. Dolayısıyla hayatın değişik zaman ve değişik safhalarında süreçten geçen, düşüp kalkan, acı mutluluk, soğuk-sıcak, sahip olma ve kaybetme gibi, yükselme ve düşme gibi bir çok imtihandan geçerek zaman tunelinde kendini bulan, "var olmayı" kendi çapında kavrayıp yorumlayabilen bir insan...

Bizim odak noktamızdaki insan, aydın - alim olmasa da o noktayı kendine hedef seçen insandır. Kendisine, yakın çevresine, insanlığa ve yaşadığı dünyasının herseyine karşı sorumluluk taşıyan insandır.

Bütün bu sorumlulukların tamamı Yaratan´a karşı olan kulluk mesuliyetinde kendini ifade eder. Bizim odak noktamızdaki insan; Düşünebilen, sorgulayabilen, ihtiyacı olanı toplayabilen, topladıklarının fazlasını dağıtabilen, hayatında normları yani ölçüleri olabilen insandır. O´nda sevgi ve merhamet seli kin, nefret ve kibir birikintilerini bir okyanusa sürükleyip götürerek yok eder.

Hayat dediğimiz sürecin tamamının bir imtihandan ibaret olduğunu idrak eden insandır, bizim odak noktamızdaki insan. Nitekim Cenab-ı Allah : Sizi bir imtihan olarak hayırlar ve şerlerle deneyeceğiz(Enbiya, 35) , demiyor mu?

Ve bizim insanımız, inançları doğrultusunda zamanını, enerjisini, beyin kapasitesini iyi değerlendirmesini bilenlerdendir. Hz. Peygamber`in torunu Hz. Hüseyin, "Hayat, inanmak ve mücadele etmektir" derken bize tercüman olmuyor mu?..

O halde şimdiye kadar anlatmaya çalıştıklarımızı bir cümlede toplayabiliriz:

Hayatımızın özü bir ibadet ve imtihandan ibarettir.

Yanlız küçük bir açıklama getirmeğe burada ihtiyaç duydum: İbadeti bazılarının zannettiği gibi sadece klasik manada görmüyor, bilakis her doğru ve güzel icraatı da "ibadet" olarak değerlendiriyoruz.

Büyüdükçe küçülmesini bilen, öğrendikçe ne kadar az bildiğini fark eden insan ne güzel insandır. Hatasını fark edebilen, söğlendiği zaman kabullenen ve düzeltme yoluna giderken nefsiyle olan mücadeleden galip çıkan insan ne büyük insandır. Derviş Yunus, "Yaratılanı severiz Yaratan´dan ötürü" diyor. Biz de almışız bunu

kendimize "slogan" haline getirmişiz. Ama sadece slogan.... Yıllarca bağırmışız:

Yaratılanı severiz Yaratan`dan ötürü!... Bağırmışız da ne olmuş? Dün kardeş dediklerimiz bugün niçin kardeşimiz değil? Niçin kardeşlerimizi yitirdik?..

Hz. Ali : İnsanların en acizi insanlardan kardeş edinemeyendir. Ondan daha acizi ise kardeş edindikten sonra onu yitirendir. Bu veciz söze ilave edeceğimiz ne olabilir? Nevzat Köseoğlu : "Bizim kültürümüzün ana unsuru iman etmek ve iman ettiği ölçülerde amel etmektir. " Bütün çelişki burada başlıyor; DİL İLE SÖYLEDİĞİMİZİ GÖNÜL MÜHÜRÜYLE TASDİKLİYEMİYORUZ. Dil ucu sevgi, dil ucu ibadet, dil ucu alaka ve göstermelik icraatlar.. Köseoğlu devam ediyor: "Kişi zihni planda iman değerlerini şiddetle savunur, bunun kavgasını yapar. Ama kendi fiillerine baktığımız zaman bu ölçüler görülmez."

Fakat bizim odak noktamızdaki insan, "olduğu gibi görünen", inancıyla ameli arasında bir tezatlık göstermeğen, şekilcilikten uzak duran insandır. Ve benim insanım yıllardır Hz. Ali´nin; "Hani kişi vardır başkalarına ibret gösterir kendisi almaz, öğüt verir de verir kendisi öğüt tutmaz. Sözle kılavuzluk eder ameliyle herkesten geridir. " tespitine tıpatıp uyan "kılavuz"lardan çok çektiği için kendisi aynı hataya düşmeyecektir. Odak noktamızdaki insan mükemmel değildir ama oraya doğru samimi olarak gayret sarf etmektedir. Gözü, gönlü ve kafası açıktır.

Taha Akyol: "Bir fikrin kendisini muhafaza altına alması intihardır." Ve yine benim insanım muhafaza altına alınan sistemlerin ürettiği muhafaza altındaki kafaları geçen zaman içerisinde iyi tahlil etmiştir. Kendisi aynı hataya düşmeyecektir.

Yine Hz. Ali, " İnsan bilmediği şeye düşmandır" dediğinde benim odak noktamdaki insanım bu tesbiti yerinde değerlendirip o zaafiyetini yenerek bilmediklerine kafasını, gözünü ve gönlünü açacaktır. Velhasıl odak noktamızdaki insan, bizi bu darboğazlardan, krizlerden, keşmekeşlikten şahsiyetsizlik ve sahipsizlikten kurtaracak, medeniyetimizin hakkıyla temsilini yapacak ve yarınlarımızın teminatı olacaktır.

SAYFA BASI




 

Hasbihal
 2

-Selamunaleyküm...

-Aleykümselam... Hoş geldin !. 

-Sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim mi?

Önce kolundaki saatine bir göz attı , sonra gözlerimin içine bakarak biraz durakladı. Gitmekle kalmak arasında bir kararsız halı vardı sanki. Durumu fark ettiğim için hemen ağırlığımı koydum

-Eğer çok acil işin yoksa otur. Seni imtihan etme niyetim yok. Sadece sana  karşı olan  sorumluluğumun bir kısmını  “Demir tavında dövülür “ Atasözü´nden hareketle  yerine getirmek istiyorum. Sırtımda uzun yıllar  düşe kalka, ağlaya güle, dinleye okuya  ve beyin damarlarım çatlarcasına düşüne düşüne biriktirdiğim bir servet yükü var. Bunu azar azar  sizlere vererek hafiflemek istiyorum.

-Sen buna servet mi diyorsun?

-Evet.. Bana göre bir neslin kendisinden sonra gelenlere  bırakabileceği en iyi, en kalıcı ve en hayırlı servet işte böyle bir servettir. 

Genç adam ikna olmuşa benziyordu. Deminden beri ayakta koltuğun bir kenarına dayanıp durmaktan vazgeçerek nihayet oturuyor. Hasbihalimiz devam ediyor:

 Nasreddin  Hoca günün birinde çoçuğun eline bir testi verir ve köyün çeşmesinden su doldurup getirmesini söylerken, kulağını da şöyle bir çekip çocuğu testiyi kırmaması için ikaz eder. Hoca´nın yanında duran komşusu bunu görünce  dayanamaz, Hoca`ya  biraz öfkeli bir çıkış yapar :  Be Mübarek  Adam,  çocuk daha hiçbirşey yapmadı, sen niçin kulağını çektin doğrusu pek 
anlayamadım ? 
Nasreddin  Hoca: Testi kırıldıktan sonra kulağını çeksem ne fayda eder?  Önemli olan önceden ikaz etmekti. 
Benimki de biraz o hesaptır. Bilmem anlatabılıyo rmuyum?
-Anlıyorum.
-Seni bugünlerde biraz  huzursuz görüyorum. Sanki kaybettiğin birşeyler var da onları bulmaya çalışıyorsun. Kimseye söylüyemiyorsun, çünkü kendin de neyi kaybettiğini veya neyi aradığını bilmiyorşun galiba?
Gözleri biraz daha büyüdü... Yüzüme hayretle bakışından sanki düşüncelerinin tercümanı oldum gibi bir his uyandı içimde.  
“Bilmem ki..” derken, bir çaresizlik ve aynı zamanda bir yardım talebinde de bulunur gibiydi. 

 -Seninle her sohbet edişimizde söylediğim bir veciz sözü yine tekrarlamakta fayda görüyorum: Hayatın özü bır imtihandan ibarettir. Yolunun üzerinde engeller vardır. Bunlardan birini aştığında sevinecek ve düzlüğe çıktığını zannedeceksin fakat az veya çok zaman sonra önüne yine engel çıkacaktır. Eğer bunu baştan bilir ve ona göre kendini hazırlarsan hayal kırıklığına uğramaz, “pes” etmez ve hayata küsmezsin. Bazen ayağın takılıp düşebilirsin de. Ama kalkmasını da bileceksin. Her engel aşışında, düşüp de kalkışında kendine biraz daha güven geleçek, kendini biraz daha güçlü hissedeceksin. Kazandıkların olduğu gibi kayıpların da olacaktır. Yine geçen sohbetlerimizin birinde söylediğim gibi ne kazanırken ve ne de kaybederken kendini kaybetmiyeceksin. 

Var oluşumuz, bizim irademız dışında olduğu gibi yok oluşumuz da, irademiz dışındadır. Bizi insan olarak görevimiz bu ”var oluş” la  “yok oluş” arasındaki zamanda insan olmaktan kaynaklanan özelliklerimizi koruyabilmek, sorumluluklarımızı idrak ederek  yerine getirmektir.
-Yani Allah aşkına, ben mi dünyaya örnek insan olacağım?
-Niçin olmasın a benim gözüm?....Niçin olmasın?.. Ama önce kendi küçük dünyanda örnek insan ol!.. Biliyorsun suya atılan taş önce kendi çevresinde bir daire çizer sonra da o daire dalga dalga büyüyerek devam eder. Okuduğun kitaplarda hafızana yerleşmiş isimler yokmudur?  İnsanlığa iyi ve güzel hizmetlerde bulunmuş devlet adamları, ilim adamları yok mudur? Onlar da bir ana ve babadan olmadılar mı? Onları da Allah yaratmadı mı?
Ama kabul ediyorum, onların bir özelliği var: Hedefi yüksek tutmuş, kolayı değil de zoru şeçmişlerdir. Hayattan zevk almayı, alarak değil de vererek, türünden  kabullenmişler. İdare edilen değil de idare eden olmaya çalışmışlar yani “çobanlığı” tercih etmişlerdir.

Oturduğu yerden bir ilerı bir geri hareketlerde bulunurken elleriyle ensesini ovalamaya başladı. Dinlediklerini hazmedebilmesi için biraz kendi başına kalması gerektiğine kanaat getirerek sohbetimizi şimdilik noktalamayı uygun gördüm.

-Haftaya yine kaldığımız yerden devam ederiz , diyerek  kendisini düşünceleriyle başbaşa bırakıp  yanından ayrıldım..

SAYFA BASI




Toplumun Aynası

Yeryüzünün hakimi insan, bir dişi ve bir erkekten ibarettir. Hepimizin bildiği gibi insanlık zaman içerisinde günlük hayatta kadına ayrı bir rol biçmiştir. Kadının üstlendıği bu rol zaman, şartlar, yaşadığı coğrafya veya aldığı kültüre göre  teferruatta değişse bile ana hatlarıyla dünyanın her yerinde hemen hemen aynıdır.

Bizim bugünkü yazı konumuz olan, bizim dilimizde bazen ana, bazen bacı, bazen sevgili veya hatun, bazen de kız dediğimiz, kadındır. Yani, insanoğlunun dişisi... Konumuzu ne ilim adamlarından, ne kadın hakları savunucularından ( Feministler) ve ne de dinlerin kadınla ilgili değerlendirmelerinden alıntılar yapmadan sade bir göz ve sade bir vatandaş gibi tesbit ve düşüncelerimizi sunmaya çalışacağız. Hiç uzağa gitmiyor, hele Türkiye´lere kadar hiç uzanmadan hemen buralardaki genciyle yaşlısıyla ağırlıklı bizim kadınımızı anlatmak istiyoruz.

Ayrı coğrafya ve ayrı bir kültürden gelen insanların değişik bir ortamda yaşantılarını devam ettirirken, bulundukları sosyal düzene ayak uydurmalarını beklemek hem o toplumun ve hem de orada bulunan azınlıkların huzuru açısından gayet  tabii bir hadisedir. Aynı şekilde bu azınlıkların kendi kültürlerinden kaynaklanan vazgeçilemeyecek bazı değerler vardırki bu onların da kimlik ve kişilik kazanma haklarıdır. Bu özelliklerin korunması, yaşanması ve saygı görmesi de -insanlık değerlerine verilen önemden dolayı- gayet tabii bir beklentidir. Şimdi biz, çuvaldızı başkasına batırmadan önce iğneyi kendimize batırmak istiyoruz: Bizim, "muhafazakar" ve "modern" erkeğimizin ortak bir özelliği vardır: O, döver söver.. O, emir verir, akıl dağıtır...O´nun sonsuz hürriyeti vardır...

O, istediği gibi harcar... O, sokakta kadınından bikaç adım ileride yürür....

O, çamaşıra, bulaşığa, çoluğa-çocuğa, vesaire vesairelere karışmaz. Kadını da "elinin hamuruyla" kendi işine karıştırmaz....

Çükü o erkektir......

Bunu yaparken her iki tarafın da savunması hazırdır:

Birisi, din ile alakası olmadığı halde "din adına", diğeri erkeklikle alakası olmadığı halde "erkeklik" adına bayrak açar...

Peki bütün bunların karşısında kadınımız ne yapar?

Mesala, zina işleyen koca karşısında kadın ne yapar? 

Kadınımız namus dairesine çekilir. "Kader" diye boyun büker. "Erkektir" diye kabullenir. Bazen dünyası kararırken bazen de isyan bayrağını çeker. Derken evde başlayan huzursuzluk çoluk-çocuğa da sirayet eder. İşin dışındaki zamanını çok gereksiz şekilde harcayan erkeğimizin hatununa, çocuklarına ayıracak pek zamanı olmaz. Hal böyle olunca da,  huzursuz bir aile, okulda başarısız öğrenciler ve yuvayı erken terk eden gençler gerçeği ortaya çıkıyor.. "Yuvayı dişi kuş yapar" Fakat erkek kuş da üzerine düşeni yapmaz ise o yuvanın geleceği pek aydınlık olmaz. 

TOPLUMUN AYNASI KADINDIR.

Sevginin, güzelliğin, merhametin, estetiğin ve daha ahlak gibi nice yüksek değerlerin temsilcisi olan kadın bizim dışa yansımamızdır. Yani aynamızdır. Bizim huzurumuz, sevincimiz yerine göre de hüzünümüzdür. Kadınımız ince ruhumuzun sosyal hayattaki en canlı misalidir. Maalesef kadınımıza erkeklerimiz gereken değeri vermiyor veya veremiyorlar. Inançları doğrultusunda "kapalı" giyinenlerimiz var ya... işte onlara ve onların beylerine diyeceğimiz bir çift sözümüz vardır: Genellikle farklı dini inançları olan toplumlarda yaşayan azınlıkların en çok

dikkati çekenleri kadınlar olur. Çünkü kadın hareketleri ve kıyafetiyle taşıdığı inanç kültürünün en canlı örneği olarak dikkat çeker. Erkeğin sakallı veya sakalsız oluşu, takım elbise veya spor giyinmesi pek önemli değildir çünkü her toplumda erkek kıyafeti aşağı yukarı aynıdır. Güzelliğe, zerafete, estetizme, sadeliğe ve bunları bünyesinde toplayan kadına  çok değer veren benim inanç kültürümün temsilciliğini (!) bu şekilde yapamıyorsunuz! Ve ey erkekler! Kadınlarınıza, onların giyim ve bakımına kendinizden daha fazla yatırım yapmalısınız! Bununla da yetmiyor, kapalı giyinmek demek - benzetmemi bağışlayın- bazen bir un çuvalını andıran bir giysinin içine kadını sokmak demek değildir. Hele hele sadelikten, zevkten ve ince bir ruhtan uzak, gökkuşağındaki bütün renkleri üzerindeki giysilerde toplamak hiç değildir. Biz böyle zevkten uzak bir kültürün temsilcisi değilizki. Çoğu zaman bizi maalesef dış görünümüşümüzle yargılıyorlar. Bilhassa kadının giysisi baştan aşağı bir şiirdeki ahenk gibi olmalıdır. Sizi, kendileri gibi giyinmediğiniz için "acaip" görenler bile, bir ahenk içerisindeki baş örtünüzden ayakkabınıza kadar olan kıyafetinize gıpta ve takdirle bakmalıdırlar. Ve göreceksinizki sizin zarif dış görünüşünüz hareketlerinize de yansıyacak, daha çok saygı görme ve kabul edilmenin yanı sıra iyi bir temsilci olmanın manevi zevkini tadacaksınız. 

SAYFA BASI




Hasbihal
                      

Gel hele gözümün nuru. Nice zamandır arada bir yaptığımız sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim. Hani selam verip koltuğun bir köşesine sanki hemen gidecekmişsin gibi ilişip otururdun ya... Ve ben seni ürkütüp kaçırmamak için yavaştan yavaştan , şöyle havadan sudan şeylerle seni irdeler, senin o andaki halet-i ruhiyene göre asıl konuya girmeye çalışırdım. Pratik bir zekaya sahip olduğun için  nereye varmak istediğimi hemen anlar ve bana; Asıl konuya girmemi, hatırlatırdın. Eğer istersen bugün yine eski günlerdeki gibi sohbetimizi fazla dallandırıp budaklandırmadan işin özünü konuşalım :

Yaşadığımız çağda teknolojik gelişmelerin takibi o kadar zorlaştıki , bazen insanoğlu teknik aletlerin esiri olmaktan kurtulamıyor. Böyle olunca da her gün biraz daha insanlık özelliklerimizden değer kaybetmeye başlıyoruz. Maddenin bünyemizin her zerresine öyle bir sirayet edişi var ki, baş döndürücü bir hızla herşeyle yarış halindeyiz. İşte böyle bir ortamda şahsiyetimizi, benliğimizi yani insanlığımızı korumak mecburiyetindeyiz.

--Peki nasıl olacak bu iş?..

Önce var oluş sebebimizi idrak etmemiz lazım. Sonra "hayat"ı kavramak gibi düşünebilen beyinlerin üzerinde bir sorumluluk var. Ha "sorumluluk" demişken;

--Bu ortamda hangi sorumluluktan bahsediyorsun?.. Herkes ancak kendisinden sorumlu değilmidir?

Elbette herkes kendisinden sorumludur amma sadece kendisinden değil!.. Aynı zamanda mensub olduğu ailesinden ve toplumundan, hatta bütün  insanlıktan da insan olarak sorumludur. Hatta teneffüs ettiği havadan tut da zaman zaman içinde gezip dolaştığı yeşilliklerden bile..

Ben sana şimdi, sorumsuz veya eski tabirle mesuliyetsiz desem... bu sana hakaret gibi gelmez mi?

A benim güzelim! Sıkıcı mı olmaya başladım yine?

Aahh... ah... Benim babam da güzel babalardandır ama o ancak : Bunu yap! Şunu da yapma! diyebiliyordu.. Sebebini sorma şansına sahip değildik. 

--Dediğin gibi de olsa yine de okumuş insanın sohbeti ve konulara bakış tarzı daha güzeldir...

Bunu aynı zamanda iltifat olarak kabul ediyor ve teşekkür ederim. Benim sana verebileceğim, bırakabileceğim miras, sadece uzun zaman dilimi içinde düşe kalka biriktirdiğim bilgilerim ve tecrübelerimdir. Vermesi benden, alması senden. Anlatması benden, dinleme ve kabul edip etmemesi senden... Başka bir nokta: Mümkün olduğu kadar kendinden herşeyiyle bir adım ileride olan insanlarla arkadaşlık yap. 

--Sanki çevremizi bilmez gibi konuşuyorsun.

 Eğer yok ise, o zaman hiç olmassa beraber olduğun insanların sana ulaşması için bekleme.. Bırak onlar sana ulaşmak için adımlarını hızlandırsınlar.. Hiçbir zaman kendini övme gibi bir gaflete düşme. Eğer övülecek, takdir edilecek  bir yönün varsa bunun zaten yeri ve zamanı geldiğinde meyvesini yersin. Yolun başındayken hedefini tesbit et. Yoksa yolunu kaybetmiş yolcu gibi dağın etrafında dolaşıp durursun ama hedefe doğru bir türlü mesafe kat edemezsin. Dikkat etmen gereken başka bir mesele : Hayat süprizlerle doludur. Bazen maksimum noktasında yani zirvede, bazen de minimum noktasında yani dipde kendini bulabilirsin. Biliyorsun insan aniden yükseldiğinde bir de aniden inişte başı döner, kendini kaybedebilir. İşte böyle durumlarda seni düzlüğe çıkaracak bir tek sermayen, bir tek özelliğin, kendine olan güveninindir. Dünyamız hem güzellikler hem de çirkinliklerle doludur. Maalesef nefsimizin yenik düşeceği o kadar çok şey varki. Ve maalesef zamana damgasını vuran "medeniyet" daha fazla sahip olma hırsıyla insanlığın haya perdesini delik deşik etti. 

Maneviyatın seni bu hayasız saldırılara karşı çelikten bir zırh gibi koruyacaktır.

Galiba sana konuşma fırsatı vermeden herşeyi bir anda vermeye çalıştım.. Ne yapıyım öyle bir duruşun varki, sanki hemen gidecekmişsin gibi. Sanki hemen gideceksin ve ben seni belki de çook uzun bir zaman hiç göremiyecekmişim gibi...

Neyse, gözümün nuru, sohbetimize haftaya yine kaldığımız yerden devam ederiz...

SAYFA BASI





OKUYOR MUSUNUZ ?

 

 Genç  adam  selam  verdikten  sonra  içeri  girdi.  Tokalaşırken  elimi  öpek  için  eğildi  fakat  ben  müsade  etmedim.  Hal  hatır  sorduk  birbirimize.  Maşallah  son  zamanlarda  vücudu  iyi  gelişmişti.  Sohbetimize  devam  ederken  genç  adamın  dış  görünüşünü  tepeden  tırnağa  bir  gözden  geçirdim  son  derece  bakımlıydı.  Saçlarını  adını  bilmediğim  bir  kimyevi  maddeyle  yağlamış  olmalı ki  saçlar  pırıl  pırıl dı.    Üzerinde ki  spor  ceketin  göğsünde  bir  işaret  ve  bir de  yazı  vardı  yani  "markalıydı"  Ceketin  altında ki  t-shirt de  değişik  bir  meşhur  markaydı.  Pantolonunun  kemerinin  bile  markası  dikkatimi  çekmişti.    Pantolonunun  arka  cebinin  üzerinde  yine  bir  tanınmış  (reklamı  çok  yapılan)  marka  dikkatimi  çekti.  Spor  ayakkabılarıni  gerçi  oturma  odasına  girmeden  çıkarmıştı  ama  belli ki  onlar da  meşhurlardan  biriydi.  Genç  adamın  bu  hali  bana  yarış  arabası  sürücülerinin  halini  hatırlattı.  Cep  telefonunun  söylemeye  gerek  varmı  zaten?  Almanya da  her  üç  gençten  birinin  yanın da  olan  "aksesuar "dan  birisi de  onda  vardı.  masaya  çaylar  yeni  gelmişti ki  cep  telefonu  çalmaya  başladı.  Yerinden  fırladı,  telefon  konuşmasını  salon da  sürdürüyor du.  Telefon  açan  belli ki  bir  Türk  arkadaşıydı.  Ağırlık  Almanca  konuşuluyor  arasıra  Türkçe  kelimeler  geçiyordu.  Telefon  görüşmesi  bittikten  sonra  sonra  özür  diliyerek  tekrar  yerine  otur du.  Çok  önemli  olmayan  bir  sohbete  devam  ederken  karşımda ki  genç  adamı  tahlile  çalışıyordum;  Anadolu'nun  herhangi  bir  yöresinde ki  Türk  ailesinin  ocağında  yetişmiş  genç  bir  delikanlıdan  pek  farkı  yoktu.  Sadece  Avrupa da  doğup  büyümüş,  burada  okula  gidiyor  dolayısı  ile  Türkçesi  kıt  Almancası  çok  iyiydi.  Bir de  kendisinde  saklı  olan  cevherden  pek  haberi  yok  gibiydi.

Karşımda  oturan  genç  adamda  keşfettiğim  o  cevheri  su  yüzüne  çıkarmak,  gözlerinin  önüne  sermek  istiyordum.  Çünkü  kendisi  bunun  farkında  değildi.  Belki  epey  bir  zaman  sonra  kendisi de  fark  edecekti  ama  ne  kadar  zaman  heba  edecek,  bedeli  ne  olacaktı?  Yalnız  bir  sıkıntı  vardı:  Genç  adam  Türkçe'ye  hakim  değildi  yani  ona  sunacağım  ziyafeti  kıssadan  hisselerle,  yerine  göre  fıkralar,  atasözleri,  şairler  ve  yazarlarımızdan  iktibaslarla,  yerine  göre de  Anadolu  insanını  en  iyi  anlatan  türkülerimize  atıfta  bulunarak  zenginleştirecek,  güzelleştirecektim.  Başka  bir  formül  düşündüm;  Almanca  olarak  anlatmaya  çalışayım.  Oturduğum  yerde  trafikte  sıkışıp  kalmış  bir  araba  sürücüsüne  benzettim  kendimi.  Bir  türlü  ilerleyemiyordum  çünkü.  Bir  dilde  asırlar  boyu  pişmiş,  pekişmiş,  ifadelerin,  manaların,  mesajların  duygu  ve  düşüncelerin  özü  haline  gelmiş  sözleri  tercüme  yoluyla  nasıl  anlatabilirdim?  O  ruhu  nasıl  verebilirdim?  O  kültürü  tanımadan  bunu  doğru  anlamak  mümkünmüydü?

Derken  birşeyden  daha  çok  korkmaya  başladım; ya  benim  geç  adamım  " boşver  bunları,  hangi  çağda  yaşıyoruz?"  derse!  İşte  o  zaman  baltayı  taşa  vurmuş  olurdum.  Halbu ki  ben  biriken  tecrübelerimi,  doğru  ve  güzelliklerimi  bu  genç  adama  aktarmayı  boynumun  bir  borcu  olarak  görüyordum.  Mesela  şu  "Baltayı  taşa  vurmak"tan  neanlatmak  istediğimi  anlarmıy dı?

Evet  hangi  çağda  yaşıyorduk?  Teknoloji  çağı,  uzay  çağı,  elektronok  çağı da  diyebilirsiniz.  İlimle  haşır-neşir  beyinler,  labaratuvarlar  hergün  yeni  birşey  icad  ediyor.  Gerçekten  takip  etmekte  zorlanıyoruz:  Mesela  önünüzde ki  aletin  tuşuna  bastığınız da  karşınıza  birçok  bilginin,  haberin,  araştırmanın  yanı  sıra  bu  yazılar da  çıkabiliyor.

Yaşadığımız  bu  çağda  insan  unsuru  işin  neresinde?  Bu  genç  adam  yaşdaşları  gibi    çamaşırından  ayakkabısına  kadar  sadece  "marka"  giysilerle  donanmayı  bulunduğu  toplum da  "adam  yerine  koyulma"  olarak  görüyor,  en  son  model  cep  telefonsuz  ve  arabasız  hayatı  düşünemiyorsa  bunun  yanısıra  bilgisayarda  oynamaktan,  televizyon  seyretmekten  başka  insanlarla  görüşmeye  pek  fazla  zaman  kalmamışsa  kim  kimin  emrindeden  ziyade   "kim  neyin  emrinde?"  sorusuyla  karşıkarşıyaysak  ben  neyi  nasıl  izah  edecektim?

 Genç  adama  damdan  düşer  gibi  sordum:  Okuyormusun? Hiç  beklemediği  bir  soruydu bu.  Rahatsızlığı  yüzünden  okunuyordu.  Biraz  bocaladıktan  sonra;  eskiden  aile  dostumuz  birisi  vardı.  O  her  gelişinde  bize  kitaplar  getirirdi...  Bana  çocukluğunu  anlatıyordu.  Artık  şimdi  nasıl  demeye  bile  gerek  kalmamıştı.  Genç  adam  okumuyordu.  Ne  Almanca  ve  nede  Türkçe  okuyordu.  Şayet  okuyan  birisi  olsaydı,  çevresinin  tesirinde  bu  kadar  kalmayacak,  tam  tersine  o  çevresine  tesir  edecekti.  Şayet  biraz  okuyan  birisi  olsaydı  sunacağım  ziyafetin  tadına  varacaktı  ve  bende  ona  içinde  bulunduğumuz  teknolojik  çağda  insanlar  sahip  oldukları  kültür  değerlerini  gün  geçtikçe  terk  ediyorlar  bu  terk  edişler  insanlık  kültürünün  fakirleşmesine  sebep  oluyor  ve  neticede  insan  olma  özelliğimizi  kaybediyoruz  diyecektim.  Ve  ilave  edecektim;  sen  mensup  olduğun  kültür  değerlerini  dünya  insanlığına  sunabilmen  için  önce  o  dili  iyi  bilmen  gerekir,  kültürünü  iyi  temsil  edebilmek  için  okuman  şarttır.  Okuyan  insanın  lisanıda  zenginleşir  Zengin  lisanla  konuşanı  dinlemek  bir  güzel  müzik  parçasını  dinlemek  gibi  insana  zevk  verir.  Hele  bu  kültür,  insanları  rengine,  dinine,  ırkına,  giydiklerine,  sahip  oldukları  dünyalıklarına  göre  değilde  önce  eşref-i  mahlukat  (yaratılmışların  en  şereflisi)  olarak  değer  veriyorsa...  O  halde  bu  kültür  hakkıyla  temsil  edilmeli,  insanlığın  faydasına  sunulmalıdır.  İnsanlık  bundan  mahrum  bırakılmamalıdır  İnsanlığın  hergün  kendisinden  birşeyler  kaybettiği  bu  çağda  herkes  kendi  kültürüne  sahip  çıkmalıdır.  Bunun  yoluda  okumaktan  geçer.  Okumak;  şahsiyet  kazanmaktır.  Doğruyu  bulmak,  ilim  sahibi  olmak,  gösterişten  uzak  durmaktır.  İnsan  olmanın  yolu  okumaktan  geçer.

Genç  adama  tekrar  soruyorum:

Okuyor musun?


     
     askar@turkpartner.de
     


 

Ozan Yusuf Polatoğlu
EY 367...
Orhan Aras
Dedem Korkut  yom verecek
Nuran Yelkenci
İnanç Sömürüsü
Yılmaz Kuzucu
Kafada burada yaşayamamak
Mahmut Aşkar
Düşünmeğe Zaman Yoksa...
İbrahim Selamet
Cumhur’un cevabı
Hidayet Kayaalp
Mumla eriyen umutlar
Hayrettin Çakmak
İkinci yirmiyedi, beşinci Cuma
Üzeyir Lokman Çaycı
Bedava
Yakup Yurt
Bugün 19 Mayıs Gençlik Ve Spor Bayramı (mı)?
M. Ali Aladağ
Alman Medyasındaki İslam
Ayten Kılıçarslan
Yeni bir skandal!
Haldun Çancı
Gizlenen Gerçek Atatürkçülük ve Savunucularına Ödettirilen Bedeller
Hasan Kayıhan
Bizim "Diaspora" Show
Halil Gülel
ALMANYA'DA KIRK YIL SONRA TÜRKÇEMİZ
Ali Kılıçarslan
Oy hakkı sözü ne oldu?
Prof. Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
Gelin TV kanallarımızın son durumunu birlikte irdeleyelim
İsmail Altıntaş
Diaspora ve Kimlik
Muhsin Ceylan
Öfke’ye öfkelenmemek kolay mı?
Osman Seçmez
Hayatın gerçek adı: SU
Şefik Kantar
Papa radikallere koz verdi
Haldun Çancı
Kırk Katır Mı, Yoksa, Satırları Paket Mi İstersiniz?
Prof. Dr. İbrahim Ortaş
Üniversite: Girmek mi, çıkmak mi zor
Fikret Ekin
Yine İnsan
Sebahattin Çelebi
Sende şarkılar ölür...
Prof. Dr. Ümit Özdağ
Türkiye'nin En Büyük Sorununa Cevap
Prof. Dr. Berhan Yılmaz
Peygamberi Doğru Anlamak
Veli Kalli
Gurbet Çilesi
Mustafa Can
Bayram Gelince Bir Şeyler Olur Bana Canım....
İsmail Tüysüz
”Avrupa’nın Anası Anadolu” Konferansına İlgi Büyüktü
Dr. Nebil Bozdoğan
Ameliyatsız Yüz Gençleştirmede Son Nokta
Erhan Türbedar
Kosova’ya İki Yeni Bakanlık Devrediliyor(?)
Serdar Çelebi
Fransa olayları ve Avrupa’da ‘Yeni Irkçılık’
Yakup Tufan
Fransa’nın İmajı
Betül Parlar
Hey du...
Şensel Aşkın
Bilginin/Doğruların Etkinliği
Alperen Çelik
Yeni Vietnam IRAK
Latif Çelik
Aynı acıyı duyanlar en samimi olanlardır
Fazlı Arabacı
Yaralı bir bilinç