11
eylül ve sonrası
Gönlünüz
rahat mı?
Dibe Vurmadan
Düze Çıkmaz
Taşralılar
Bizimkiler
Mülakat
"KUTLU
DOĞUM" VE İNSANLIK
Dilimiz - Dinimiz
Geleceğimiz--Teminatımız
Utanmak
"Kadına
Özel"
Odak
Noktamızdaki İnsan
Hasbihal
- 2
Toplumun
Aynası
Hasbihal
Okuyormusunuz?
11 eylül ve sonrası
Amerika
Birleşik Devletleri´ni
11 Eylül günü vuran terör şu anda Dünya´nın
bir numaralı
gündemi durumundadır. Gazete muhabir ve
yazarları harıl harıl yazarken
radyo-televizyon muhabirleri de aynı konu üzerine
konuşuyor ve konuşturuyorlar. Olayın
meydana geldiği andan itibaren biz de büyük bir
dikkatle bu faciayı basın ve yayın
kuruluşlarından takip ediyoruz. Gördüklerimizi
sadece iki kelimeyle özetleyebiliriz: Dehşet ve
vahşet!
Yerli ve yabancı medya, Amerika´yı
kalbinden vuran bu olayı birçok yönüyle mercek
altına alıyorlar. Biz, ya bilgisizlik, ya peşin
hükümlülük ya da husumetten kaynaklanan bir yanlış
teşhisi irdelemek istiyoruz.
Bildiğiniz gibi olayın duyulmasıyla
beraber tahminler de yürütülmeğe başlandı
ve bu işin arkasında Ussam Bin Ladin
var ve bunu icra edenler de Arap teröristlerdir,
denildi. Şu andaki gelişelmeler de bu yönde
yoğunlaşmaktadır. Yani, uçaklarla yapılan
intihar saldırılarını gerçekleştirenler
Arap kökenliymişler. Amerika, hem büyüklüğünü
(...) isbat etmek hem de itibarını kurtarmak
için vurmaya hazırlanıyor.Vuracağı
topraklar büyük bir ihtimalle müslüman ülkelerinin
yaşadığı coğrafyada olacaktır.
Ussam bin Ladin bizce ezberlenmiş bir isimden başka
birşey değildir. Yani, Amerika`nın bu
adamla önceden görülecek bir hesabı vardı
zaten. Şimdi, onun uğrama ihtimali olan bütün
ükeler Amerika´nın düşmanı
durumundadır.
Ne kadar da
Ortadoğu ve
İslâm eksperti varmış meğer
Bilhassa Alman televizyonlarında hergün yeni
bir şarkiyatçı, İslâm eksperti,
Ortadoğu uzmanı takdim ediliyor. Bunların
içerisinde hakikaten taşıdığı
sıfata layık olanlar olduğu gibi eksik
ve yanlış bilgilendirilmiş önyargılı
olanları da az değil. Batı dünyası
bu vesileyle bu ağızlardan İslâm`ı
ve Müslümanları öğreniyor:
Bazıları, Kuran`dan ayetler tercüme ediyor,
bazıları İslâmiyet adına bilmem
nerede ne halt işleyenleri ekrana taşıyor:
Karaçarşaflılar, eli silahlı, maskeli
Filistinli gençler, Taliban, Saddam, taşlanarak
linç edilen kadınlar v.s.. v.s...
Tanınmış, İslâm coğrafyasını
iyi bilen, tecrübeli bir Alman muhabir-yazara İslâmiyet
soruluyor. O da kendine göre "cihad"ı
yorumluyor:
"Kafirlere karşı cihad edin"
emrinden hareketle Newyork ve Washington`daki saldırıların
çıkış noktasını veya arkasında
yatan inancı vurgulamaya çalışıyor.
İslâmiyet huzur ve
barış dinidir
Katilin, hırsızın, sahtekârın
dini olmaz. Olsa olsa yaptıkları icraat
onların dinidir. Eğer bir adam hırsız
ise onun dinin adı da "hırsızlık"tır.
Böyle bir yaratığa siz, müslüman hırsız
veya hiristiyan hırsız diyemezsiniz. Ve eğer
bir insan "terörist" ise siz ona "müslüman
terörist" de diyemezsiniz. Çükü o sadece bir
teröristtir. Cenab-ı Allah`ın son elçisi
Hz. Muhammet (Allah`ın selâmı O´nun üzerine
olsun) zamanında müslümanların iki büyük
savaşı vardır. Bu savaşlar bildiğiniz
gibi tamamıyla savunmaya yönelik savaşlardır.
Islâmiyet: Dinde zorlama yoktur, demiş, "senin
dinin sana, benim dinim bana" hükmünü de yüce
Yaratan, Elçisine
tebliğ ettirmiştir. İnsanlığın
bütün değerlerinin kaybolup gittiği bir
zamanda ve bir coğrafyada İslâmiyet bir nur
olarak zuhur etmiştir. İslâm tarihinde haçlı
seferleri yoktur.
Bilenler bunları iyi bilmesine rağmen niye hâlâ
"Müslüman terörist"?
Niçin "Arap terörist" değil?
1.Dünya
Savaşı öncesi ve sonrasında herşeyiyle
yağmalanan Afrika, İngiliz sömürgesi
haline gelen Hindistan, Pakistan ve Vietnam`a kadar
uzanan coğrafya, kabile reislerine kurdurtulan
devletçikler sayesinde paramparça edilen Arap dünyası.
Şimdi ise büyük çapta A.B.D.´nin hükümran
olduğu Ortadoğu:
-Talibanlar Afganistan`ın Rus işgali dönemnde
Amerika``lılar tarafından eğitilmiş,
silahlandırılmış ve işgalci
Ruslara karşı kullanılmıştır.
Hatta (Batı kaynaklarına göre) Ussam Bin
Ladin de yine Amerika tarafından aynı şekilde
ve aynı gayeler için o zamanlar desteklenmiştir.
-Amerika´n desteğiyle ancak ayakta durabilen bir
Pakistan.
-Yıllarca kendi halkına zulüm eden bir
"Şah Rejimi"i sadece Amerika´nın
desteği ile tahtını koruyabildi.
-Ürdün´deki rejim Haşimi Ailesi`nin A.B.D.
tarafından gördüğü destek sayesinde
ayakta durmaktadır.
-Kuveyt ve diğer Emirliklerde hakimiyeti elinde
tutan kabile reislerinin kendi halklarına karşı
tek garantörleri A.B.D.` dir.
-Bölgenin hatırı sayılır tek
devleti Mısır bile Amerika desteğiyle
kendi rejimini ayakta tutuyor.
-Suud Krallığı´nı bilmem
anlatmaya gerek var mı?
-Libya, Suriye, Irak gibi devletler de zaten Amerika´yla
düşman.
-Ve Filistin: Yarım asırdan beridir kendi
yurdundan kovulan, öz vatanında esir, İsrail´in
zulmünden dolayı dünyanın dört bir yanına çil yavrusu gibi dağıtılmış bir
halk. Amerika Birleşik Devletleri´nin her türlü
desteğini alarak Arap Alemi` ne, hatta dünyaya
kafa tutan bir İsrail karşısında
canını silah olarak kullanmaktan başka
seçeneği kalmamış ve adı "terör"le
çağırışım yapan bir halk.
Şimdi böyle bir coğrafyada yetişen
nesillerinden, Amerika´ya dostluk beslemelerini siz
onlardan bekleyebilirmisiniz?
-Böyle bir ortamda Amerika`ya karşı savaş
açan Arap´ın hangi dine mensup olduğunun
bir önemi var mı? Nitekim Arafat`ın silah
arkadaşlarından birisinin Georg Habbash olduğunu
da unutmayınız.
Kendi
yurdunu emperyalist güçlere karşı
savunanlar müslüman, hıristiyan, budist
olabileceği gibi dinsiz, meselâ marksist de
olabilir. Amerika´sı ve Avrupası´yla
beraber Batı, bildiği fakat işine
gelmediği için şimdiye kadar kamuoyundan
sakladığı gerçekleri kabullenmeli ve
tartışmaya açmalıdır. Meselâ;
Batı, sömürgeci politikasına kılıf
ararken İslâm´ı kendisine karşı
düşman olarak görmekten ve ilân etmekten vaz
geçmelidir. Böyle bir siyaset Batı´nın da
uzun vadeli çıkarlarına fayda getirmez. Küçülen
dünyada bütün müslümanları töhmet altında
bırakacak bir yanlış yol, dünya barışını
ciddi manada tehdit eder ve neticede Avrupa´nın
da Amerika´nın da -pek ciddiye almadıkları-
dünyanın geri kalan kısmının da
huzurunu tamamıyla kaçırır. Amerika´nın
sözü dinlenen dostları, Dünya´nın "ağabeyi"liğine
soyunanın adil olması gerektiğini yüksek
sesle dile getirmelidirler. Giderek artan Amerika düşmanlığının
altında yatan gerçeğin; A.B.D.´nin yanlış
siyasetinden kaynaklandığını
neticede -şimdi olduğu gibi- bu adaletsizliğin
faturasını kendi vatandaşının
da ödemekle karşı karşıya kalacağı
anlatılmalıdır. İsrail´e verilen
sonsuz destek de sadece -İsrail hariç- Amerika´ya
düşman kazanmaktan öteye uzun vadede birşey
getirmeyecektir.
Büyük
bir ihtimalle A.B.D.´nin Ortadoğu´yu kapsayan
bir misilleme harekâtı yeni huzursuzluk ve düşmanlıkları
körüklemekten ve yeniden masum insanların kanının
akmasından öteye birşey geirmeyecektir.
Eğer gaye terörün kökünü kurutmak ise, yıllarca
teröre binlerce insanının yanısıra
ülkenin geleceğini de "kurban" vermiş
bir milletin mensubu olarak, terörü meydana getiren,
besleyen unsurları ortadan kaldırmak gerektiğine
inanıyoruz.
SAYFA
BASI
GÖNLÜNÜZ
RAHAT MI?
Herhangi bir konuda yazmak istediğimde önce yazımın
başlığını atıyorum. Yani,
önce adını koyuyor sonra da yazmaya başlıyorum.
Bazen, başlıktan hareketle konu kendiliğinden
akarak geliyor. Bazen de attığım
başlık beni, ele almak istediğim konuya
girişimde oldukca zorluyor.
Bu
sefer de öyle oldu: Bir konuya ayıracağım
zaman kadar ekranın başında giriş
yapabilmek için düşündüm. Çünkü, gönül
rahatlığı çok elastiki bir konu ve birçok
faktöre bağlı olduğu gibi insandan
insana da değişiyor.
Niyetim;
bu yazıyı okuyanımıza kendi
penceremden görebildiklerimi -bilhassa bu konuyla
ilgili- aktarırken gönüllerin ferah tutulmasına
bir nebze katkıta bulunmaktır.
Gönlü
ferah olmayanın iç dünyası bir yanardağ
gibidir. Gönlü ferah olmayanın kafası
allak-bullaktır. Huzursuz ve hırçındır.
Maddi
ve nefsi doyumsuzluk insanı huzursuz kılmaktadır.
Bunun önüne ancak maneviyatınızla geçebilirsiniz.
Yani, inancınız. Şayet inanç yok veya
zayıf ise günün birinde hayatın bir sürpriziyle
karşılaştığınızda
bu eksikliğiniz bir zaafiyet olarak ortaya çıkar.
Bu zaafiyetiniz bazen meşru olmayan yoldan para
kazanmak, kendi çıkarları için başkalarını
tahakkûm altına almak, bir uyuşturucu bağımlısı
haline gelmek, teselli veya huzuru alkolde aramak,
evli olunduğu halde hayata başka kadınları
sokmak, katil olmak, bunalıma girmek, işin
özeti; meşru ve ahlâki olmayan her yolu artık
bu saatten sonra kabullenmek şeklinde kendini baş
gösterir.
Bu
ve benzeri menfi gelişmeler sizin şahsiyetinizi
zayıflattığı gibi vicdani bir
huzursuzluğu da beraberinde getirir. Netice
itibariyle yaptıklarınızdan dolayı
gönlünüz rahat değildir.
Halbuki
şu üç-beş günlük dünyada daha güzel,
doğru ve faydalı şeyler yapmak var iken
böyle "eften-püften" işlerle
kendinizi mahvetmeğe gerek varmıdır?
Şayet,
otomobiliniz yok, veya varsa daha iyisini alamıyorsanız
diye, bilmem hangi marka ayakkabı veya pantolonu
giyemediniz diye yahutta komşunun mobilyasından
benim niye yok, veya onun yazlık evi gibi
benim de olsun diye yırtınıyor ve bunun
için huzursuz iseniz, bir çok genç gibi sizin de
cep telefonunuz yok diye veya varsa en son modeli
alamadınız diye bu sizde bir problem haline
gelmişse, bu yazı size göre değildir,
sizi geçiyorum.
Her insanda kıskançlık duyguları vardır.
Bunu bilerek kıskanmanın size hiçbir
şey kazandırmayacağına kendinizi
inanarak şartlandırın.
Herşeye
sinirlenerek sağlığınızı
bozmayın. Tolerans(müsamaha) gösterin, gülümseyin.
Bağıran değil susan, asık surat değil,
gülümseyen kazanır. En büyük
"silah"ınız sevmektir. Saygı
duyar, insan gibi davranır, severseniz karşılığını
da görürsünüz. Doğrunun ve güzelin kaynağına
inin. Var oluşu ve buna bağlı olarak
hayatı kavramaya çalışın. Çevrenin
"yönlendirme"sine karşı dikkatli
olun. Teferruatta boğulup kalmamak için neyin
"teferruat" olduğunu anlamaya ve öğrenmeğe
çalışın. Yaptığınız
işi aklınız ve vicdanınıza
danışın. Kapasitenizi aşan girişimler
sizin başarısız olmanıza sebebiyet
verebilir dikkatli olun.
Dostlarınız
muhakkak olmalıdır. Onlarla zaman zaman görüşün
ve istişarede bulunun. Kurnazlık size birşey
kazandırmaz. Samimi ve açık olun.
Hayat
engebeli bir koşu gibidir. Engelin birini aşınca
bir müddet sonra bir diğeri önünüze çıkacaktır,
bunu da hesaba katın. Her "engel"i aşışınız
size biraz daha güven ve rahatlık sağlayacaktır.
İhtiraslarınızın esiri oldukça
mevkiniz, makamınız, imkânlarınız
ne kadar büyük olursa olsun, siz esaretten
kurtulamazsınız. Arzularınız sizi
"eşek" gibi kullanır.
Ve artık kendinize lütfen biraz çeki-düzen
verin. Rahat olun!
Hiç
olmasa şimdi birazcık da olsa gönlünüz
rahatladı mı?
SAYFA
BASI
DİBE VURMADAN DÜZE ÇIKMAZ
Yine bir cumartesi akşamı, her zaman
olduğu gibi dostlarla sohbet ediyoruz. Askerlik dönüşü
"askerlik hatıraları"
anlatılır, bilirsiniz. İzin dönüşü
de bizimkiler memlekette ve yollarda gördüklerini,
yaşadıklarını
anlatıyorlardı.
Havadan-sudan derken söz
dönüp dolaşıp "memleket meselelerine"
geldi: Ülkeyi kasıp kavuran "ekonomik kriz",
sosyal-siyasi gelişmeler v.s...
Dostlardan birisi, Türkiye`nin
içtimai-siyasi hayatından çarpıcı
örnekler veriyordu; Teslimiyetin, çaresizliğin,
tükenmişliğin ve aynı zamanda iki-yüzlülüğün
emareleriydi bunlar. Kafamda,
yazmak istediğim bir makalenin
başlığını -yeri
gelmişken- önceden söylemiş
oldum: Dibe Vurmadan Düze Çıkmaz.
Soru hemen arkasından geldi: Sizce dibe
vurmuşluğun ölçüsü nedir? Dibe
vurmak; su yüzündeki birşeyin batması,
ayakta olanın yere yığılıp
kalması, ölçülerin tarûmar olması,
"sermaye"nin tükenmesi demektir.
Peki, Türkiye böyle
bir durumda mıdır? Söylendiği gibi
mesele "ekonomik kriz" midir
sadece? Yani, parasızlıktan mı
kaynaklanıyor? Yoksa,
ilimsizliğin beraberinde getirdiği cehalet,
kendi vatandaşına olan güvensizlikten doğan
devlet-halk ilişkilerinin bozulması,
insanına "insan gibi" muameleyi
çok görmesi, ahlâki değerlerin gözardı
edilmesiyle ahlâksızlığın kök
salması ve bunun da
beraberinde getirdiği helalla haramın
karıştırılması gibi
sebeplerden mi kaynaklanıyordu?
Dün var olan kaynak
bugün yok ise bunu birileri çar-çur etti veya çaldı.
Çalan hırsız, çaldıran da onun
ortağıdır. O halde mesele
herşeyden önce ahlâkidir. Öyleyse
dibe vurdu mu? Şayet öyle ise işaretleri
nelerdir?
Isterseniz ben tesbitlerimi sıralayayım,
siz dibe vurup vurmadığına karar verin:
-Karakollardaki
işkence aletlerinin isim ve şekilleri gazete
sütunlarına taşındı.
-"Derin Devlet" artık alay konusu
haline geldi.
-Her defasında "şeriat geliyor"
yaygarası safsata olarak görülmeğe
başlandı.
-Her faili meçhul olaya yazılan
seneryoların hiçbirisi tutmadı ve "fos"
çıktı.
-Kamuoyunu
oluşturan ve yönlendirenler kimi "mahkûm"
ettirdiyseler halk da onlara
teveccüh etti. Onları yükseltti.
-Askerin son çıkışına
entellektüel kesimden ciddi manada bir tepki gelmeğe
başladı.
-Siyasi görüşü, değer
yargıları ne olursa olsun, demokratik
sistemi olması gerektiği gibi kabullenen ve
ülkenin selameti için bundan başka da çıkış
yolu göremeğen
aklı selim yazar-çizer kesimimiz "inanç
unsuru"nun gözardı edilemeyeceğini
nihayet vurgulayarak, insanlarımıza daha
fazla baskı yapılamayacağını
dile getirmeğe başladılar. Bu
baskılar devam etmesi halinde çok büyük sosyal
çalkantılar kaçınılmaz hale gelir, görüşünde
birleştiler.
Siz, bizim -önemli gördüğümüz- tesbitlere
daha ilaveler yapabilirsiniz. Yüksekten
düşen bir insanın halini düşünün: Eğer
tatlı canı çok acıdıysa, "yandım
anam!" gibi bir çığlık atar.
Şimdi biz, bu dibe vuruşu, yandı vatan!,
itirafı olarak
telakki ediyoruz.
Ve bu itirafı, bu
düşüşün kabullenişini, sistemin (bize
göre sistemsizliğin) çöküşü diye
yorumlarken aynı zamanda tekrar su yüzüne çıkmak
için bir başlangıç
noktası olarak kabul ediyoruz.
Düze çıkmak için:
Dobra dobra! Evet,
düşünebilen beyinler dobra dobra konuşmalı,
dobra dobra yazmalıdırlar.
Bir yerlere diyet
borcu olmamalı, korkmamalıdırlar..
Istiklâl Marşı
okunurken, marşın sesini duydğumuz
yerde "saygı duruşu"muz, her
sabah "Türküm, doğruyum, çalışkanım"ı
okuyuşumuz, dağa taşa "Ne mutlu
Türküm diyene" yazışımız,
yerli malı haftaları düzenleyişimiz,
Fatih, Yavuz, Atatürk`lerimizin evlatları
oluşumuz, vatanın birlik ve bütünlüğünü
hergün her yerde
haykırışımız.....Hatta üç
defa bayrak üç defa da Kuran öpüp başımıza
koyuşumuz bizi istediğimiz seviyeye
getirmedi. Çünkü:
1- Samimi değildik
2- Şuurlu değildik
3- Ehil değildik
4- Cesur değildik
Bir ülke, hür düşünceye imkân ve ortam sağlayan,
ilim-araştırmaya önem veren bir zeminde,
şahsiyeti oturmuş, kendisinin
dışındaki düşüncelere müsamaha
gösteren insanların, sloganların
arkasına sığınmadan memleket ve dünya
gerçeklerini kavrayarak idareye talip olan
siyasilerin sayesinde kalkınır.
Ülke olarak da insan olarak da başkalarına
yaranarak büyüyemezsiniz. Kendinize ve beyninize
güvenemiyorsanız vay sizin halinize. Düze çıkabilmeniz
için "yardım!" diye
bağıracağınıza "damarlarınızdaki
asil kanda mevcut" olana müracaat etsenize!...
Niçin ülkeyi terk ediyorsunuz? Yoksa mutlu değilmisiniz?
Tek tip insan "yaratma
" sevdasından vazgeçin. Bu mayanın
tutmadığını gördünüz. Zaman,
icraat zamanıdır. Nutuklarla kalkınan
ülke yok. Bu ülkeye ve insanlarına
yapacağınız enbüyük hizmet; insanları
kendi düşüncelerinde serbest bırakmanız,
kıyafetiyle, sermayesinin rengiyle
uğraşmamanızdır. Devlet imkânlarını
elinizde tutup, vatandaşı
karşınızda iki büklüm etmemenizdir.
Herşeye rağmen kötümser değilim.
Bu millet bu badireyi de aşacaktır.
Bedelinin bundan daha ağır
olmamasını temenni ediyorum. Düze çıkmanın
yolu; samimiyet, şuurluluk, ehillik ve medeni
cesarettedir.
SAYFA
BASI
TAŞRALILAR
Bugünlerde sıkca gündeme gelen "taşra"
sözcüğü bize çok şeyler
hatırlatıyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan
romanlardan, ilk seyrettiğim filmlerden
hafızamda yer etmiş bir "taşralı
kız" veya "taşra
delikanlısı" var. Onlar, genellikle
samimi, kendi yöre
kültürüyle yoğrulmuş, erkeği
sapına kadar erkek, kızı ise tam
bir Anadolu
kadını, yani bir namus abidesi.
Taşra, kelime manası itibariyle;
merkezden uzak, kenar semt veya yer manasına
gelir. Bizde, taşra denilince daha çok Anadolu
köylüsü akla gelir veya öyle anlaşılır.
Merkez; hep İstanbul olmuştur. Edebiyatta,
sanatta, siyasette ve ekonomide ülkenin kaderini
Istanbul belirlemiş, Ankara da
uygulayıcısı olmuştur.
Şimdi, yazımızın
başlığıyla beraber bizde
birşeylerin çağrışımını
yapan konuları
başlıklar halinde irdelemek
istiyoruz:
Taşralı
Kız
Şayet hiç sevmediğiniz,
size düşman gözüyle bakan biri varsa ona,
"taşralı kızın başına
gelenler senin de başına gelsin" diye
beddua edin. Çünkü, taşralı
kızı çok dindar(?)
olan babası, "kız çocuğu okumaz"
diye mektebe göndermedi. Çoğu zaman
evlendirdikleri kocası olacak "eşşek"
ona "eşşek sudan gelene kadar"
kadar dayak attı. Bazen de kendisi kahvede keyif
çatarken "hatun" hamal gibi çalıştı.
Taşralı kız, büyük şehire
gittiğinde şaşırdı kaldı.
Köylü kalmak istedi olmadı. Şehirli
olayım, dedi, kabul etmediler. Neticede onun
hayat tarzına yeni bir ad buldular:
"Arabesk".
Aktüel dergisinde yapılan bir
araştırmanın neticesiyle ilgili haberi
okudum: Türkiye`de
bakirelik yaşı onbeş`e inmiş.
Cinsellik konusunda birçok Avrupa ülkesini sollamışmışız.
Gerçi bir bozulmanın, ahlâk değerlerinin
gittikçe önemini yitirdiği
bir sürece millet olarak girdiğimizi müşahade
ediyordum ama doğrusu bu kadarını görünce,
ağzımdan gayr-i ihtiyari bir cümle çıktı:
Eyvah! Namus elden gidiyor. Taşralı
kızın giyimini demode (modası geçmiş)
buldular. Ahlâki değerlerine, o eskidendi,
dediler. Sakallı dedesini,
bıyıklı-şapkalı
babasını, başörtülü anasını
beğenmediler. Istanbul ağzıyla
konuşamadığı için türkçesiyle
alay ettiler. "Parayla
saadet olmaz" şarkısını çok
dinlemişti ama herşeyin "para"
demek olduğu bir zamana karşı koyacak gücü
de kalmaştı. Ver elini metropoller, ver
elini Avrupa. Dünün taşralısı bugünün
şehirlisi, avrupalısı olmuştu .
Onu kimse tutamazdı
artık. Taşlar yerinden
oynamıştı bir kere. Taşralı
kız, kaba çiçeği gibi açıldıkça
açıldı: Bakirelik yaşı onbeş.
Taşra delikanlısı
Babatoprağı
ihtiyaca cevap vermeyince Anadolu`nun kasaba ve köylerinden
büyük şehirlere göç eden genç nesil büyük
şehirin kısa zamanda bütün "puştluklarını"
kavrar. O artık taksici, dolmuşcu, esnaf ve
seyyar satıcıdır. Kapıcı,
inşaat işçisidir. "Büyükler"inin
nasıl zengin olduğunu keşfetmede fazla
gecikmez. Kapıcılıktan apartman
sahipliğine, inşaat işçiliğinden
kamu arsaları üzerine dikilen binaların müteahitliğine,
geceleri bar ve pavyonlarda para saçan "iş
adamı"lığına terfi
etmiştir. İçinde büyük bir para kazanma hırsı
var. Şuuraltında düzenden intikam duygusu
hakim. Kendi namusuna toz kondurmaz.
İthal fahişeleri görünce dizlerinin bağı
çözülür, ağzından sular akar. Namusu için
adam vurduğu gibi, uçkuru
için de vurmayı erkeklik sayar. Dedik
ya, taşlar yerinden oynamış,
değerler alt-üst olmuştur. Metropol
hayatı onu medenileştireceği
yerde ihtirasları uğruna
vahşileştirmiştir. Taşralı
delikanlının yerini "şehir
magandası" almıştır.
Taşralı Esnaf
Anlı-şanlı
sanayici ve iş adamlarımızın Türkiye`de kazandıkdıklarını
Avrupa ve Amerika`larda yediklerini bildiğimiz gibi Anadolu tacir-tüccarının
da kazandıklarını "iş icabı" gittikleri büyük
şehirlerde harcadıklarını biliyoruruz. Kendi yöresinde saygıya
değer, ağırbaşlı, muhafazakâr "böyüklerimiz"
in felekten nasıl gün çaldıkdıklarını da biliriz.
Taşrada kuldan utanır Allah`tan korkar gibi yapar ama -meselâ-
İstanbul`da ne Allah`tan korkar ne de kuldan utanır. Çünkü,orada
onu kimse tanımaz.
Taşralı Siyasetçi
Buna, taşralıların siyasete
soyunması mı desek, yoksa, taşralı
şehirlilerin uyanışı mı desek,
bilemiyorum. İyi tesbit ettiğime
inandığım bir şey var : Taşranın
ve taşralının sabrı tükenmiş, sistem dikta
eddiricilerin bütün yolları tıkanmıştır. Rahmetli
Menderes ile başlayan siyasi harekât Demirel ve Özal`la başarılı
ve başarısız dönemler geçirerek bugünlere gelmiştir. Halk,
seçim meydanlarında verilen sözlere inanmış ve vekilini
Ankara`ya göndermiştir. Netice ortada, yoruma gerek duymuyoruz.
Son günlerde iyice rahatsızlığını
ortaya koyan, hatta bir korku ve telaşın
hakim olduğunu anladığımız müessese
ve yönlendirme özelliğine sahip kalemler
birşeylerin elden gitmek üzere olduğunu
belli yerlere duyurmaya çalışıyorlar.
Bunlar, bize rağmen
bizi "idare" edenler, seçtiğimiz
vekili bazen istedikleri gibi yönlendiren
bazen de -vekilimizin basiret ve cesaretsizliğini de görünce-
susturanlardır. Hangi
siyasi parti olursa olsun; gelinen nokta : Halka
rağmen siyaset,dayatmayla devlet
idaresinin iflasını görmüş olmalarıdır.
Bu gelişme bize ümit veriyor. Bu ülkenin
vatandaşı olmanın tadını çıkarmak
istiyor, memleketimizin insanlarıyla beraber bu
sıkıntılardan kurtulmasını
arzu ediyoruz. Taşralı
kızın, taşralı delikanlı ve
esnafın yaptığı hatayı
Taşralı Siyasi`lerimizin bu saatten
sonra yapmıyacağına inanmak ve görmek istiyoruz.
Memleket için hayırlı olsun.
SAYFA
BASI
BİZİMKİLER
Geçenlerde bir arkadaşı iş yerinde
ziyaret ettim. Siyasi görüşlerimizde epey
farklılıklar olmasına rağmen iyi
bir dostluğumuz var. Bazen ben ona
takılırdım ama bu sefer o erken
davrandı:
-Sizinkilerden ne haber?
Biraz alaylı bir
soruş şekliydi bu. Ne kastettiğini
anladım. Doğrusu biraz da zoruma gitti.
Derken, ağırlığını Türkiye`deki
gelişmeler teşkil etmek üzere, görüşmemizi
tamamladıktan sonra ayrıldım. Ama
"sizinkiler" kelimesine ve onun
yaptığı çağrışıma
takıldım:
Arkadaşın "sizinkiler"
dediği bizimkilerdi. Bizimkiler de acaba bizler için "bizimkiler"
diyebiliyormuydu?
Kimdi bu "Bizimkiler" ?:
Sevdalandığımız yola
kırık-dökük bir arabayla devam ederken bir
"12 Eylül" sabahı U.S.A markalı
bir tanka tosladık. Daha doğrusu tank bize
tosladı. Kazaya (!)
sebebiyet veren biz olmadığımız
halde suçlu görüldük. Ölenlerimiz, yaralananlarımızın
yanı sıra
ayılıp-bayılanlarımız derken
aklımız başımıza ancak
beş-altı sene
sonra geldi. Durum değerlendirmesi yapalım
dedik. Kimse bizi dinlemedi. Daha türkçesi, adam
yerine koyulmadık. Bildiğiniz gibi o günden
sonra bizimkiler burunları doğrultusunda
yollarına devam ederken beyni ve gönlüyle bu
yola sevdalanmışların büyük bir kısmının
samimi feryatları, varlıklarını
başkalarının var oluşuna borçlu
olan bir takım "dava adamları"
tarafından bastırıldı.
Bizimkiler, herşeye rağmen hiç de
bizimkilere yakıştıramadığımız,
bir kurultaydan sonra yeni liderlerini seçerek yollarına
devam ettiler. Çok uzun bir zaman
geçmeden "tarihi bir fırsat"
yakaladılar. Bizi,
hele o saatten sonra hiç kendilerinden saymadıkları
halde reyimizi de duamızı da kendilerinden
esirgemedik. Bunu bizimkiler bilmez, Halık bilir.
Biz onlara, yine bizimkiler diye baktık.
Bazen; hadi arslanlarım Cenab-ı Allah bir
imkân tanıdı, gösterin kendinizi! Bu
milletin yüzünü güldürün! Vallahi biz de sizinle
gurur duyacağız, diyecektik ki, hevesimiz
kursağımızda kaldı.
Nerdeyse bizimkileri tanıyamayacak hale geldik.
Gördüklerimize gözlerimiz, duyduklarımıza
kulaklarımız şahitlik yapıyordu .
Yıllarımızı, o yıllarla
beraber verilebilecek herşeyimizi verdiğimiz,
bir harekâtın lider kadrosu ve "dava"
mührünü elinden bırakmayanlar, hakiki dostu düşman
gibi görenler ve yılların birikimini,
emeğini ve beklentilerini böylesine çar-çur
edenler mi -ihanete dilim varmıyor- "dava"ya
kötülük yapıyor yoksa "hain" ilan
ettik leriniz mi? Diye sorası geliyor
insanın.
Velhasılı bizimkilere hem acıyor hem
de kızıyorum, çünkü:
Bizimkiler, ehilin
elindeki emaneti alıp cahile verdiler. Dostu görmezlikten
gelip düşmanı
tanıyamadılar.
Devlet idaresine talip
olanlar, hele hele uzun yıllara yayılan bir
mücadelenin neticesinde, iç ve dış
dengeleri iyice tarttıktan sonra bir de
kendilerini tartmalıdırlar,
tartmalıydılar. Anlaşılan
odur ki, bizimkiler ne tartmış ve ne de
tartılmışlar.
Her hal-ü kârda bu hezimetin bedelini , yeri
gelince felan dönemin milletvekilleri
veya bakanları olarak Türk siyasi tarihine
geçecek olanlar değil, bu davanın hiçbir
dünyevi menfaat beklemeden hizmetkârlığını
yapmış olan isimsizler ödeyecek.
Bizimkiler!...Düzene çekidüzen verecektiniz.....Yamulmadık
yeriniz kalmadı. Hangi
"değer"i koruyabildiniz? Taviz
vermediğiniz ne kaldı?..
Siz, gerçekten bizimkilermisiniz?
Siz, yerden mantar biter gibi bitmediniz. Sizin
oraya gelişinizden
evvel bizim o yollarda
harcadığımız gecemiz gündüzümüz,
canlarımız, gençliğimiz var..
Düşlerimiz, ümitlerimiz, ülkülerimiz var.
Yaratan`ın huzurunda iki elimiz yakanızda
olacaktır bilesiniz, bizimkiler!
SAYFA
BASI
MÜLAKAT
-Kendinizi bize nasıl tanıtmak
isterdiniz?
Çuvaldaki unun, samanlıktaki otun ve
samanın, çardaktaki tezeğin, cepteki -zaten
pek olmayan- paranın dibe vurduğu, köy arkı
buzunun henüz çözülmediği,babalarımızın
Kore dedikleri yerde "Vatan borcu"nu icra
ettikleri bir zamanda, köydekilerin "candarma"
görünce küçük dillerini yuttukları bir
devirde, dedelerimizin şeker
olmadığı için çayı iğde
veya kuru üzümle içtikleri bir kıtlık döneminin
şubat ayının ortalarına doğru
Dünya`ya gelmişim.
-Nasıl bir çocukluk dönemi geçirdiniz?
Yazın kavurucu sıcağında
-kelimenin tam manasıyla- ayak yalın
başı açık bir şekilde tarlada,
bağda-bahçede, kırlarda bir rençber çocuğunun
yaptığı şeyleri yaptım ve
öyle bir çocukluk geçirdim. Yani, her zaman lastik
ayakkabım olmadığı için bazen ayağıma
diken battı ağladım, bazen sıcak
yaktı ağladım.
Kışın da lastik ayakkabım
olduğu için ayaklarım dondu
ağladım. Tabiatın kucağında
yetiştim. Topraktan çıkan herşeyi
bilir ve tanırdık. Yılanlarla dalga geçer,
kurbağalarla oynardık. Baharı iğde
çiçeklerinin kokusuyla hatırlıyorum.
Çatlayan toprağa ilk düşen yağmur
damlasının nasıl bir "Rahmet"
olduğunu o zaman kavradım. Ve o zamandan
beri o ilk yağmur tanesinin toprağa düşerkençıkardığı
toprak kokusunu hiçbir dünya markası parfümle
değişmemek üzere
ruhumun derinliklerine yerleştirmişimdir.
-Sizi en fazla mutlu eden neler oldu?
- Otlattığım hayvanları
akşamları eve karınları tok olarak
getirebildiğimde çok
mutlu oluyordum. Öğretmen dayımın köy
terzisinde bana gabardin kumaştan
ilk pantolon diktirmesi beni çok sevindirmişti.
-Peki o zamana kadar ne giyiyordunuz?
Anamızın şeker çuvallarını
sökerek diktikleri "şalvar"ı
giyerdik.
-Öğrencilik yıllarınız?
-Baba kavramı bizde eşittir korku. Bir de
öğretmen demek, korku demekti. Öğretmenlerimizden
hem korkar hem de onlara saygımız vardı.
İlkokul, orta,
lise derken bir baktıkki
hayatımızın en güzel ve mutlu yılları
gelip geçmiş. Bizi
bugünlere taşıyan değerler meğer
o zamanlar yoğrulmuş. Romanla, şiirle
ve ahlâki ölçüler içerisinde aşkla
tanışıklığımız
hatta memleket meseleleriyle ilgilenmemiz hep o güzelim
talebelik yıllarına dayanır.
-Kimler veya neler sizde iz bıraktı?
Rahmetli dedemin kelimelerle izahı zor olan
bir ruh hali içerisinde namaz kılması, dua
ederken gözlerinden yaşlar akması, köyün
müezzini minaresiz caminin üzerinde göründüğünde
bizim bakkaldan iftar açmak için aldığımız
bisküvi veya akide şekeri gibi şeyleri
"Allahu Ekber" demesiyle beraber eve gidene
kadar yememiz, köy mollasının minberden
caminin içine yayılan o davudi
sesi bende iz bıraktığı gibi düğünlerimiz;
davulu, zurnası ve yaşlılar meclisinde
iki gün iki gece çalıp söyleyen, anlatan aşıklar
ve o destanlar....
Sizin anlayacağınız halk türküleriyle
efkârlandım ve neşelendim. Türkülerimizdeki
mesajı doğru aldığıma
inanıyorum. Anadolu toprakları üzerinde yaşayan
insanları türküler sayesinde daha iyi tanıdım
ve sevdim. O dönemin türküleri ve onları
hakkıyla icra edenler de bende izler
bıraktılar.
-Ve derken tahsil için buralara geldiniz. Uzun
yıllardır burada yaşıyor ve
artık
buralı sayılırsınız.
Doğup büyüdüğü yerlerden onyıllardır
uzaklarda yaşamak
nasıl bir duygu?
Buralı mı yoksa oralımıyız?
Gönlümüzden geçenlerle gerçekler değişik
şeyler
Galiba R.Oğuz Arık`ın sözüdür:
Vatan`ı uzaktan sevmek, denizi kenardan seyretmek
kadar güzeldir. Fakat denizin içine girdiğinde
azgın dalgalar veya
köpek balıkları tarafından yok edilme
tehlikesi de her zaman mevcuttur.
Böyle bir tehlike atlattığım için
şimdilik bedenim burda gönlüm oradadır.
Herkes gibi ben de severek buralarda kalmıyorum.
Şartlar öyle gerektiriyor.
-Hayat grafiğinizde muhakkak inişler
ve çıkışlar olmuştur. Yeniden
başlamak
gibi bir şansınız olsaydı hangi
yanlışlarınızı düzeltirdiniz?
Zaten hayat grafiğinin iniş ve çıkışları
olmayan bir insanın tecrübe birikimi biraz zor
olur. Tecrübe, düşüp kalkarak, kazanıp
kaybederek, ağlayıp gülerek
kazanılır. Yeniden bu dünya hayatını
yaşamak istemezdim galiba. Ama yine de öyle olmuş
olsaydı:
1. Hayat ustalarının sözünü dinlerdim.
2. Yapacağım veya yapmak istediğim
işi, projeyi iyice düşünür taşınır,
bir ehline danışır sonra karar verirdim.
Çünkü, bir "evet" sözü bana çok pahalıya
mal olmuştur. Oun için, "hayır"
demeği de bilmek gerekir.
3. Bilen geçinen cahillerin reisi olmaktansa
alimler dergâhının kapıcısı
olmayı
tercih ederdim.
4. Kendi düzenimi kurmadan Dünya`ya düzen verme
gibi bir aptallığı yapmazdım.
5. Rahmetli N. Fazıl`ın nefsine
haykırdığı gibi ben de kendi
nefsime hergün defalarca haykırırdım:
"Diz çök önümde ey zorlu nefs, diz çök!"
-Siz hayat dediğimiz zaman dilimini nasıl
tarif ederdiniz?
Bazen yataktan fırlarcasına kalkar, önce
sağı-solu bir gözden geçirirsiniz. Yavaş
yavaş aklınız başınıza
gelmeğe başlar ve
yaşadıklarınızın sadece bir rüya
olduğunu anlayınca bir of çeker, rahatlarsınız.
Bazen de, tüh! Keşke uyanmasaydım, diyerek
hayıflanırsınız.
Bana göre hayat da bitim noktası ve yeniden
uyanış zamanı gelip çattığında
böyle bir rüya gibidir. Ama her hal-ü kârda bu
dünyalık hayat herşeyin bitişi
değil. Bilakis, asıl hayattaki mertebenin
belirleneceği bir hazırlık
safhasıdır.
Böyle olmasaydı şayet, ne hayatın ne
yaşamanın ve ne de insan olmanın hiçbir
esprisi olmazdı.
-Söyleşimize burada ara verip birdahaki
sayımızda devam ettirebilirmiyiz?
İnşaallah!..
SAYFA
BASI
"KUTLU
DOĞUM" VE İNSANLIK
Geride
bıraktığımız haftalar içerisinde
Cenab-ı
Allah`ın yaratmış olduğu
insanlığın kurtuluşu için
görevlendirdiği son elçisi Hz. Muhammed (S.A.V)`in
doğum yılı münasebetiyle yurt içi ve
yurt dışında çeşitli anma
toplantıları tertiplendi. Bunlardan birkaçına
ben de iştirak ettim.
Dinleyici
olarak katıldığım
toplantılarda bildiğimiz ve duyduğumuz
şeylerin dışında , bizi
yeniden düşünmeye sevk eden, aydınlatıcı,
imanımızı güçlendirici güzel tebliğler
de dinledik. Kendi çapımda önceden yapmış
olduğum bir tesbitimin teyit edilmiş
olduğu noktasında da ayrı bir
bahtiyarlık hisettim:
Kuran-ı
Kerim, kelimenin tam manasıyla okuyan, düşünen,
araştıran ve tahlil edebilen kapasiteye
sahip insanlara öncelikle hitap ediyor, onların
vasıtasıyla da az bilen veya bilmeyenlerin
aydınlatılması gibi bir yolu tercih
ediyordu. Böyle olmasaydı zaten "Bilmeyenlerin
bilenler üzerinde hakkı" gibi bir hüküm
olmazdı. Birkaç asır diyebileceğimiz
zamandan beri din ehil olmayanlara terk edilmiş,
okumuş zümre de arayışlar içerisinde
bocalıyordu. Ehil olmayana terk edilen
din bu sefer cehaletin, geri kalmışlığın,
tahammülsüzlüğün sebebi gibi gösterilerek
dinden uzak durmak "moda" haline geldi.
Kuran okuyanların büyük bir kısmı
Kuran mucizesini anlamak noktasından çok uzak
oldukları halde O´nun adına ahkâm keserken,
okuması gerekenler zaten okumadan O`nun aleyhinde
ahkâm kesiyorlardı.
İnsanlık
adına üzüldüğümüz, utanç duyduğumuz
o kadar kötü gelişmelerin yanısıra,
sevinebileceğimiz güzel gelişmeler de yok
değil. Bunlardan birisi de sadece ne Arap`a,
Fars`a, veya Türk`e ve ne de başka herhangi bir
millete , coğrafyaya ait olmayan İslâm`ın
bilhassa Avrup`a ve Amerika`da düşünen, arayan
insanlar tarafından kabul gördüğü ve
böylece hızlı bir yayılma sürecine
girdiğine şahit oluyoruz. Alman "Der
Spiegel" dergisinin bundan önceki sayısında
da bunu görmek mümkündür.
Dergi,
bildiğimiz bir "Batı Gerçeği"ni
itiraf ediyor: Komünizmin çökmesinden sonra Batı
Dünyası kendisine yeni düşman seçti;
İslâm.
Malzeme
çoktan hazırdı: Herhangi bir müslüman
ülkesinde cinayet işlense, Hakk`a ve halka
rağmen zalim diktatörler türese - eğer
Batı`nın menfaatlerine ters düşüyorsa-
bunlar "İslâmcı" ilân ediliyor.
Bu
mantığa göre; Toprakları işgal
edilen, hürriyetleri ellerinden alınan
Çeçenler, işgalci Ruslara karşı en
tabii savunma hakkını kullanırken
"Radikal İslâmcı"`dırlar ,
fakat Hiristiyan Ruslar``a bir sıfat yok. Yine, burunlarının
dibindeki Bosna`da binlerce kadın, erkek, çocuk
katledilirken, genç kızların ve
kadınların ırzına geçilirken
görmemezlik ve duymamazlıktan gelindi.
Avrupalı Müslümanlar`a
bu alçakca muameleler reva görülürken,
Avrupalı Hıristiyan olan Sırp`lara
"Vahşi, canavar, terörist, radikal Hıristiyanlar"
gibi sıfatlar takılmadı. Halbuki
işlenen cinayetler Hıristiyanlık
adına yapılıyordu. Çünkü , ölmesi
gereken, ırzlarına geçilmesi gerekenler
müslümandı. Burada sadece bir gerçeğin
altını çizmek istiyoruz. Benim dinim, senin
dinin tartışmasınıgereksiz ve
zararlı buluyoruz. Bizim
inancımıza göre bütün canlı ve
cansızların tek yaratıcısı
Allah, Hz. Adem`den , son Elçi Hz. Muhammet`e (Allah`ın
selamı O`nun üzerine olsun) kadar yarattığı
insanların huzur ve mutluluğu için
elçileri vasıtasıyla gidilmesi gereken yolu
göstermiştir.
Gidilirse aydınlık, gidilmezse karanlık olduğunu da
okuduk, gördük ve şahit olduk.
Müslüman, "Elinden ve dilinden başkasına
zarar gelmeyen" insan olduğu gibi
başkalarının da elinden ve dilinden
kendisine zarar verilmesine karşı savunma
hakkını kullanan insandır.İslâm,
saldırgan değildir. O`nun son elçisi de
yaptığı savaşları savunma
amacıyla
yapmıştır.İnsanlığı
selamete çıkaracak olan Kuran-ı Kerim mealen
"Senin dinin sana, benim dinim bana"
hükmünü getirerek başkalarına kendi
mensup olduğu dini zorla kabul ettirmeyi ortadan
kaldırılmıştır.
Der
Spiegel; Hz. Peygamber`in köleliği ortadan
kaldirmadığını iddia etmiş.
Halbuki ilk azledilen Köle, Efendimiz`in kendi
kölesi durumunda olan Bilal Habeşi`dir.
Bindörtyüz
seneden fazla bir zaman önce ırk ve renk
ayırımını, bunların
birbirlerine olan "üstünlüğü " nü
yasaklayan, her insanı Allah`ın kulu olarak
gören, üstünlüğü sadece "Takva"da
arayan ve böylece kul`a kulluğu da yasak eden
bir İlâhi Nizâm insanlığı sadece
selâmete götürür. İnsana,
dünyada ve ahirette huzur temin eder.
İnsan oğlu`nun dine benzemek yerine, dini
kendine benzetmeye çalışması neticesinde ortaya bugünkü dünya hali çıkmıştır.
Bu, Hz. Musa`nın elçilğini
yaptığı dini "milli din"
haline getirenler için geçerli olduğu gibi, Hz.
Isa`yı -haşa- Allah`ın "Mavi Gözlü
Oğlu" yakıştırmasına
getirenler için de geçerlidir. Ve aynı zamanda
şu kavime bu kavime göre, o mezhepe bu mezhepe
göre din de müslümanları bugünkü noktaya
getirmiştir.
Cenab-ı
Allah`ın son Elçisi`nin insanlığın
huzuru, cehalet, kötülük ve geri kalmışlıktan
kurtuluşu için yaptığı
icraatları doğru anlayabilir, Kuran-ı
Kerim`in verdiği mesajı doğru
alabilirsek,
Bilmem
hangi gezegendeki taş parçalarını
mikroskop altına alan ilim ve ilim erbabı
peşin hükümlülükten kendini kurtarıp
Kuran mucizesini keşfedebilirse,
"Bana
bir harf öğretenin kölesi olurum", "İlim,
Çin`de de olsa arayıp bulun", "İlim,
kadın erkek her müslümana farzdır"
diyen dine, entellektüelimiz sırt çevirmeyerek,
alimin yüzüne bakmayı sevap kabul bir
inancın alimi olmayı hak etmiş
olsalardı, Batı`nın yükselişindeki
esprinin, Kuran`nın
her insana koyduğu ilim
şartını, Batılı alimin
yakalamasıyla gerçekleştiğini
kavrayarak kendisi de bu yolu seçmiş
olsaydı, Batı karşısında bu
derece küçülmeğe, ezilip-büzülmeğe
gerek kalmadan, hem kendicoğrafyasında hem
de Dünya`da şimdiki konumlarından çok daha
iyi bir noktada olsalardı,
İnsanımız
ve bütün insanlık bugünkü durumundan daha iyi
olmazmıydı?......
Ümmetin
adına şefaat ya Resullullah!...
SAYFA
BASI
Dilimiz - Dinimiz
Konfiçyus`a sormuşlar: Seni bir devletin
başına getirseler ilk önce ne yapmak
istersin?
-Önce o milletin dilini düzeltirim.
Bana da birisi, şimdi baklayı
ağzından çıkarabilirsin. Ne diyeceksen
de!
-Dilinizi eşek arısı soksun emi!
Derdim.
Bu bedduayı önce Türkpartner`de uyduruk-kıytırık
kelimeler kullananlara sonra da dilimizi kuş
diline çeviren "aydın", siyasetçi,
bürokratlara ederdim. Dil, bir milletin en önemli
ortak değerlerinin başında gelir.
Dilinizin bozulmasıyla beraber diğer
değerleriniz de bozulmaya başlar. Nesiller
arasındaki bağlantı kopmaya
başlar. Kültür tarihinize mal olmuş
eserleri anlamakta zorluk çeker, şairinizi,
yazarınızı ve onların eserlerini
hem kitaplığınızdan hem de
kafanızdan çıkarır, rafa
kaldırırsınız. Dil hazinenizden
zamanla bazı kelimeler kaybolur gider. Siz
farkında olmazsınız. O kelimeler ki, yüzyıllar
ötesinden yoğrularak gelmiştir. Kendisi bir
kelime ama size birçok şey anlatır. birçok
şeyin çağrışımını
yapar. İşte o yeri doldurulamayacak
kelimelerle birlikte sizden de birşeyler
eksilmeğe başlar. Sonra bakarsınız
ki, karşınızda zevksiz, renksiz ve
dilsiz bir nesil duruyor:
Cebindeki paranın sayısı kadar
kafasında kelime yok.Akordu bozuk saz gibidir.
Tangur-tungurdan başka birşey
duymazsınız. Her iki kelimeden birisi
"şey", "yani" diye
ağzından çıkar.
Anlıyamazsınız....
Ne dili ne de düşüncesi berraktır.
Hele bir de Avrupa`da yetişenleri buna ilave
edin. Ve anlaşın ve anlayın şayet
anlaşabilir , anlayabilirseniz.
Ve anlatın, şayet anlatabilirseniz.
O halde: Hiç değilse yazar-çizer takımımız
Türkçe`yi yazarken ve konuşurken
mümkün olduğu kadar düzgün kullansa. Meselâ,
misal ile örneği birbirine
karıştırmasa. Seyretmek ile izlemenin
değişik manalar ifade eden kelimeler
olduğunu farketse...
En önemlisi, bir çok konuda kendi değer
yargılarını ön plana çıkaranlar
dil konusunda da düşüncelerine ters düşmeyecek
bir çizgi takip etmeli, kendilerini
zorlamalıdırlar.
-Efendim, bu kelimeler dilimize
yerleşmiştir artık.
Yani, yapacak bir şey yok (?) Madem bu konuda
teslim bayrağını çekiyorsunuz,
o halde oturun oturduğunuz yerde! Hangi davadan,
mücadeleden dem vuruyorsunuz?
Sizin M. Akif`i, Yahya Kemal`ı, N.
Fazıl`ı, A. N. Asya`yı, Ömer Seyfettin
ve
daha nicelerini yeni nesillere anlatma diye bir
derdiniz yoktur. Allah`a çok şükür ki, din
kültürümüzü ayakta tutan "köşe
taşları" henüz daha bu dil kıyımına
karşı durabilecek alt yapıya ve
şuura sahiptirler.
O biçim Türkçe konuşan, yazan ve o biçim
okuyanlar, Yunusları okuyamaz,
Karacaoğlanları dinleyemez ve en güzel
Türkçe`yle Kur´an mealini anlıyamazlarsa bunun
vebali kime aittir?
İddia ediyorum: Diline sahip çıkamayan
dinine de sahip çıkamaz. Latince bu gün konuşulan
bir dil değildir ama
hıristiyanlığı latincenin
dışında aramaya kalkarsanız öze
inişiniz mümkün olmaz. Eski Yunanca da aynı
şekilde Batı kültürünün vazgeçemeyeceği
unsurlardan diğeridir. Batı, ölü bir dili
diri tutmaya çalışırken biz, dipdiri
bir dili gün geçtikçe öldürüyoruz.
Hıristiyanlığı öğrenmek için
batı dillerinden birini öğrenmeniz
yeterlidir. Çünkü, bu dillerden herhangi birisi
sizi o kaynağa götürecek şekilde korunarak
gelişmiştir.
Fakat bu dillerin herhangi birisiyle siz İslam
kültürünün kaynağına inemezsiniz.
Bunun için ya Arapça ya da Farsça veya Türkçe
bilmeniz gerekir. Batı Dünyası`ndaki
şarkiyatçılar yukarıdaki dillerden en
az birini mükemmel
bir şekilde bilirler. Onlar da ancak bizim bu
dillerimizin birisi vasıtasıyla İslam
ile bütünleşen,
zenginleşen şark Kültür`ü kaynaklarına
inebilirler. Onun dışında,
yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bir Almanca
veya İngilizce bilmekle bindörtyüz senelik
birikimi doğru öğrenmeniz mümkün değildir.
Çünkü, o ruhu ancak yine o dille
anlayabilirsiniz. Başka türlüsü mealen
tercümeden öteye geçmeyen teknik bir şey olur.
Anlatmak istediğim, kaygum, endişem,
korkum özet olarak şudur:
Ana dili Türkçe, Farsça veya Arapça olan ama
öz dilini yarım-yamalak konuşanların
dinlerini de dillerini konuştukları kadar öğreneceklerdir..
Yani yarım-yamalak dil ve yarım-yamalak
din.
Çaresi: Ana dilini doğru-düzgün öğrenerek
yaşadıkları toplumda silik bir
şahsiyet olmaktan kurtularak, şahsiyet
sahibi bir kişi olarak
yaşadığı topluma
ve dolayısıyla dünyaya renk katan, tek
kültürlülükten çok kültürlülüğe
katkıda bulunan, mensub olduğu dinin
(İslam) manevi değerleriyle de hem bu dünyası
hem de ahireti için kendisini tamamlayan nesillerin
yetişmesini sağlamaktır.
Aksi halde; Ne kadar dil, o kadar din.
SAYFA
BASI
GELECEĞİMİZ--TEMİNATIMIZ
Eðer bu yazýdan hareketle
"geleceðimizin teminatý çocuklarýmýzdýr
" diyeceðimi zannediyorsanýz yanýlýyorsunuz.
Niçin yanýldýðýnýzý da izah etmeðe
çalýþacaðým.
Yanlýz
ondan önce bir açýklama daha yapmak istiyorum; Bizim hedef kitlemiz
Türkiye
dýþýnda yaþayan insanlarýmýzdýr.
Þimdi
konumuza dönüyoruz.
Siz
önce köyünüzde-kasabanýzda mülk aldýnýz mý? Aldýnýz!
Aradan
epey bir zaman geçtikten sonra Türkiye`nin büyük þehirlerinden de
daire.-apartman-dükkan v.s. aldýnýz mý? Aldýnýz!
Yine
epey bir zaman sonra gözünüz taþa topraða doymadýðý için bu sefer yaþadýðýnýz
Avrupa ülkelerinden de ayný "ölü yatýrýmlarý" yapmaya devam
ettiniz mi? Ettiniz!
Ucuz
yiyip, ucuz giyerek artýrdýklarýnýzýn bir kýsmýný da bankalara vadeli
olarak
yatýrdýnýz
mý? Yatýrdýnýz!
Ve
derken çocuklarýnýz büyümeðe baþladý, okullu oldular. Siz iþe gidip
gelirken
çocuklar
da okula gidip gelmeðe devam ettiler. Bir de baktýnýz ki okul yolunda ve çaðýndaki
yavrular armutun daldan düþtüðü gibi sapýr sapýr dökülmeðe
baþladýlar. Bununla da kalmadý; Yavrularýn bazýlarý sizi takmamaya
baþladý.
"Allah
Allah!" dediniz, bir mana veremediniz. Bu da yetmedi, bu sefer polis
bir
gün kapýnýza dayanýverdi. Çocuðunuz bir haltlar karýþtýrmýþtý. Bir
baþka
çocuðunuz,
o çok zeki dediðiniz çocuk, günün birinde normal okulundan alýnýp
"Geri
Zekâlýlar Okulu"na verilince, "Olamaz!" dediniz.
Ama
olan olmuþtu artýk.....
O
pýrýl pýrýl, zeki , kabiliyet ve þahsiyet sahibi olmasý gereken
yavrularýn büyük bir kýsmýnýn gelecekleri daha þimdiden kararmýþtý.
Þahsiyetsiz
ve kimliksiz bir nesil yetiþiyordu: Ne aileye, ne de yaþadýðý ülkeye ve
onun düzenine yaranamamýþtý.
Zaten
kendisine de pek yaranamadýki.......
Evet,
olan olmuþtu artýk. Çünkü, yapýlan yatýrým "ölü" yatýrýmdý.
Yani
, "diri" yatýrým veya diri yatýrýmý yapýlmamýþtý.
Hal
böyle iken, geleceðimizin teminatý çocuklarýmýzdýr, diyebilirmiyiz?
Diyemeyiz!
Çünkü,
biz çocuklarýmýzý zamanýnda teminat altýna almadýk ki, onlar da
geleceðin teminatý olabilsinler.
Bu
saatten sonra ne yapýlabilir?
Hiç
olmazsa bu saatten sonra evladýnýza "yatýrým" yapýn:
Bulunduðunuz
þehirde muhakkak bir veya birden fazla Türk kuruluþlarý vardýr.
Onlarýn
kapýlarýný çalýn; vatan, din elden gitmiyor ama benim yavrum gidiyor,
diye
haykýrýn! Asli vazifelerinin idrakine varsýnlar.
Bulunduðunuz
yerde veya oraya yakýn bir Türk Konsolosluðu muhakkak vardýr.
Kapýlarýný
çalýn! Yavrularýmýz için ne yaptýklarýný sorun. Asli görevlerini hatýrlatýn.
Hatýrlamazlarsa bir üstlerine þikâyetinizi bildirin. Birazcýk medeni
cesaretiniz
olsun. Çekinmeyin!
Bulunduðunuz
yerin resmi ve sorumlu makamlarýna gidin. Kapýlarýný çalýn!
Sizi
kapýdan kovmazlar, korkmayýn. Tam tersine, ciddiye alýnýr, eðer þimdiye
kadar
adam yerine konulmadýysanýz veya öyle hissettiyseniz, hiç olmaz ise
bu
medeni cesaretiniz ve nihayet kendi evladýnýzýn meselesine sahip çýktýðýnýz
için
bu sefer dikkatle dinlenir kabul görürsünüz.
Þimdiye
kadar haklarý gasp edilmiþ, topraklarý ellerinden alýnmýþ, hür yaþamalarýna
imkân verilmemiþ bir çok mazlum milletler için ve siyasi hareketler için
sokaklara dökülüp yürüdünüz.
Gerekiyorsa
eðer bu sefer de nihayet kendinizden olan fakat ne size ve ne de
yaþadýðý
ülkeye yaranabilen, kimliksiz ve kiþiliksiz nesillerinizin meselelerine dikkat
çekmek için yürüyün...
Belki
bu vesileyle hem dünyanýz ve hem de ahiretiniz için ilk defa hayýrlý bir
yatýrýmýn
temelini atmýþ olacaksýnýz.
SAYFA
BASI
UTANMAK
Bu yazımızı "Kadına
Özel"in devamı da kabul edebilirsiniz.
Bugünkü beyin cimnastiğimizi
başlıkta kullandığımız
kelimeden hareketle bir yere oturtmak istiyoruz.
Utanmak kelimesi, başka dillerde başka
kelimelerle ifade edilse bile,
taşıdığı mana itibariyle
aynı yere çıkar. Yanlız, bizim kültürümüzde
"ayıp" olan şey başka kültürlerde
pek de "ayıp" olmayabiliyor. Biz,
ayıp olan şeyden utanırız veya
ayıp kategorisine dahil ettiğimiz bir
fiiliyatı utanç vericiliğe de
yorumluyabiliriz. Toplumun meseleleri veya toplumu
meydana getiren fertlerin sosyal çıkmazlarına
bir çıkış yolu ararken veya gösterirken,
o insanların ortak ahlaki değerleri mutlaka
dikkate alınmalıdır. Aksi takdirde siz
de insanlığın ahlak ölçülerini
tahrip edenler kervanina dahil olursunuz.
Anam Almanya`ya henüz yeni gelmiştir. Babamla
beraber tren istasyonunda beklemektedirler. Biraz
ileride biri kız diğeri erkek iki genç
birbirlerine sarmaş dolaş. Anamın gözü
birara onların olduğu tarafa kayar ve mevcut
manzarayı görür görmez başını
çevirirken babamı da ikaz eder: Bey, gel bu
tarafa gidelim. Gençler utanmasın. Aslında
utanan onlar olamaz çünkü bu fiiliyat o gençler
için gayet normaldır. Gayriihtiyari
baktığından dolayı utanan
annemdir. Annemin ahlaki değerlerine göre
utanan, toplumun ortasında bu fiiliyatı
işleyenler olmalıdır. Ayıp eden
utanmayınca, onun yerine ayıpı gören
utanmıştır.
Bazen okuduğunuz bir yazı, bazen gördüğünüz
bir resim onu yazan veya koyanları
utandırmaz ama siz bundan dolayı hicap
duyar, utanırsınız. Işte bizim
ahlak ölçülerimiz burada kendini gösterir. Sınır
burada başlar veya yerine göre burada biter.
Bazı konular vardır; Eğer konunun
ehli değilseniz , irdelediğiniz takdirde ya
altından çıkamazsınız veya
kaş alırken göz çıkarırsınız.
Başka bir tabirle ağzınıza gözünüze
bulaştırırsınız. Bazen de
hastasına teşhis koymadan yanlış
reçete veren doktorun durumuna düşersiniz.
Karı-koca münasebetlerinde bizim toplumumuzun
büyük bir kesiminin aydınlatılmaya
ihtiyacı olduğuna biz de inanıyoruz.
Fakat bizim utandığımız, ayıp
dediğimiz şeyler ekranlara, gazete-dergi
sayfalarına taşınmamalıdır. Edep
ölçüleri içinde bilgi verilmelidir. Utanmadan
okuyabileceğimiz, seyredebileceğimiz
seviyede olmalıdır.
Burada
esas olan, bir ailenin iki temel taşı olan
karı-kocanın mutlu bir yuva kurması ve
bunu devam ettirmesidir. Bunun için herşeyden önce
o insanlarda alt yapının oluşması
şarttır. Yani, gereken eğitimi almış
olması, evliliğe hazır olması,
birbirlerini sevmesi gibi. Efendim, ben geçimini
topraktan temin eden bir aileden geliyorum. Toprağı,
önce birkaç kez evirir çevirirdik. Taşını,
keseğini, yaban otlarını temizlerdik. Sonra
da besmeleyle tohum toprağa verilirdi. Belli bir
zamana kadar da zamanında çapasını
yapar, suyunu verirdik.
Ve
zamanı gelince de mahsülü alırdık.
Bilmem anlatabildim mi?
SAYFA
BASI
"KADINA ÖZEL"
Kendimi bildim bileli türkü dinler ve türküyü
çok severim. Ah o bağrı yanık türküler..
Bizim edebiyatımızda ister sanat müziği
olsun ister Türk Halk Müziği, kadının
ağırlıklı bir yeri vardır.
Aşık´ın(Ozan) veya şairin
sevgiliye yaklaşımı., onu
anlatışı, merdivenlerin
basamaklarını yukarıya doğru
tırmanmaya benzer. Bazen sırma saç, siyah
zülüf bazen ela göz, Ay´ın Ondört´üne
benzetilen yüz, bazen de kalem kaşlı veya
selvi boyludur. Bunların birinden tutunarak
sevgiliye yaklaşılırdı.
O gönül sultanı bazen "Allı
Turna" bazen "Kara Gözlü Ceylan"
bazen de "Kınalı Keklik" dir.
Kadını "Ana" diye sevmiş,
elini öpmüş, başımıza taç etmişiz.
Kadını "Bacı" diye
sevmiş, namus bekçiliğini
yapmışız.
Kadını "Yar" diye sevmiş, gönlümüzün
sultanı, yavrumuzun anası,
yuvamızın direği olarak kabul etmişiz.
Hayatı O´ndan ayri düşünememişiz.
Ama gel zaman git zaman, derken kadına
karşı beslenen bu güzel duyguların yerini baskı, hor görme,
istek-arzularının zorla kabul ettirme ve bizim medeniyetimizin
dışından gelen: Kadını imal edilen ürünün
pazarlanmasında kullanılan bir reklam aracı olarak
kullanmanın yanısıra, kadın hürriyeti adı
altında .-gerektiğinde kullanılıp ve daha sonra bir kenara
atılan- şehevi
arzuların tatmininde kullanılan bir malzeme
olarak da erkekler dünyasına takdim
etmişlerdir.
Kadın olan insanın önünde bize göre iki
yol vardır:
1. Ya, kadın
kadınlığını bilecek seviyede
olacak ve buna binaen hak-hukukunu koruyarak istismar
edilmeye fırsat vermeyecek.
2. Veya esen rüzgara
kendini kaptırıp giderken mevcut durumu
kabullenmis olacak.
Bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor:
İster çok gelişmiş, ister az
gelişmiş toplumlarda olsun,
imkânları elinde tutan kesim erkek kesimidir.
Dolayısiyle kadın büyük çapta erkeğin
egemen olduğu bir dünyada yaşıyor.
Siz, ister erkek ister
kadın olun,
taşıdığınız
değerler ölçüsünde bir kadın veya bir
erkek tasavvur edersiniz.
Eğer manevi değerleriniz ağır
basıyorsa o yönde, şayet bu değerler
sizin için bir mana ifade etmiyor da
"modern" bir anlayıştaysanız
ona göre bir şablon kafanızda oluşur.
Biz, zaten kendi hayat tarzını seçmiş,
kararını vermişler için bir şey
yapamayız. Sorumlulukları
kendilerine aittir.
Fakat bir kesim, bir nesil var ki; karar
vermede zorlanıyor. Yardıma ihtiyacı
var. Taraflardan her biri
kendi normlarını dikta derecesinde kabul
ettirmeğe çalışıyor.
İşte bize burada mesuliyet ölçülerinde
sorumluluk düşüyor. Bilmeden yanlış
reçete sunulduğu zaman rahatsız oluyor, müdahale
hakkımızı kullanmak mecburiyetini
hissediyoruz.
Her ” ev reisi" kendi hane halkına,
her toplumun ileri gelenleri de kendi toplumuna sahip çıkmalı,
onlara
doğruları seçmede yardımcı
olmalıdırlar ki, insanlık
değerlerini kaybetmesin, huzurlu olsun.
Biz de bu noktadan haraketle "müdahale"
hakkımızı kullanma cesaretini göstermek istedik. İstedik
ki, güzellerimiz ve güzelliklerimiz sadece şiirlerde, türkülerde
kalmasın. Genç yavrularımız, SADAKAT, VEFA, NAMUS, HAYA, YAR
gibi kelimeleri bir kavram olmaktan öte birşeyler
ifade eden sözler olarak günlük hayatta da kullanır olsunlar.
Mutlu bir
evliliğin devamı birçok şeye
bağlıdır.
Bunlar: Karşılıklı sevgi,
saygı, birbirini anlama ve çok
ciddi olmayan şeylere karşı müsamaha, anlayış gösterme.
Beraberce hayatı ve onun geleceğini kucaklamak gibi... Bizi
herşeye rağmen ayakta tutan -şimdilik- tek müessesemiz aile yapımız,
aile yuvamızdır. Bu değerlerin yavaş yavaş
yıkıldığı toplumların içinde yaşayanlar
zaten durumun vehametini görüyorlar.
Karı-koca münasebetinde bazı
"tabu"lar vardır ve onlar tabu olarak
da kalmalıdır diye düşünüyoruz.
Yani, onlar dört duvar arasında
konuşulmalı, hayata geçirilmeli, onların
yolunu yordamını yine
kendileri tayin etmelidirler. Yatak odasına varan
müdahaleler, deşifre noktasına geldiği
zaman insanlığın
ar damarları çatlamışdır
demektir. Zaman zaman gazetelerde okur,
televizyonlarda seyredersiniz: Seyrettikleri filmin
tesirinde kalarak banka soydular, cinayet islediler
veya bilmem ne yaptılar, diye.. İşte böyle
neticelerden korkuyoruz.
Piyasalarda alabildiğine kadın
dergileri, kadın-erkek münasebetlerini en mahrem ayrıntılarına
kadar işleyen ve resimleyen yayın
organlar v.s. var. Bunlardan "bizim" ölçülerimize ve günümüz
kadınımızın ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte
hemen hemen yok gibi.
Birçoğu "Kadın" adına
baldır-bacak teşhiri yaparken,
bazıları da kadını bir
sandığa koyup kilitlemiş.
"Kadına Özel" sayfasını görünce
doğrusu bu girişi yapmaktan kendimi
alıkoyamadım.
Ama girişimim de devam edecektir. Gelecek
yazımızda "Kadına Özel"e
alternatif sunmaya çalışacağız.
Öyle hazır
reçeteleri lumburcob kabullenme lüksünü kendimize
yakıştıramadım doğrusu..
SAYFA
BASI
Odak
Noktamızdaki İnsan
Konumuz olan insan, vasat, yani sıradan bir
insandır. Olağanüstü özellikler aramıyoruz.
Sosyal bir varlıktır. Toplumla beraber
yaşar. Dolayısıyla hayatın
değişik zaman ve değişik
safhalarında süreçten geçen, düşüp
kalkan, acı mutluluk, soğuk-sıcak,
sahip olma ve kaybetme gibi, yükselme ve düşme
gibi bir çok imtihandan geçerek zaman tunelinde
kendini bulan, "var olmayı" kendi çapında
kavrayıp yorumlayabilen bir insan...
Bizim odak noktamızdaki insan, aydın - alim
olmasa da o noktayı kendine hedef seçen insandır.
Kendisine, yakın çevresine, insanlığa
ve yaşadığı dünyasının
herseyine karşı sorumluluk taşıyan
insandır.
Bütün bu sorumlulukların tamamı Yaratan´a
karşı olan kulluk mesuliyetinde kendini
ifade eder. Bizim odak noktamızdaki insan; Düşünebilen,
sorgulayabilen, ihtiyacı olanı toplayabilen,
topladıklarının fazlasını
dağıtabilen, hayatında normları
yani ölçüleri olabilen insandır. O´nda sevgi
ve merhamet seli kin, nefret ve kibir birikintilerini
bir okyanusa sürükleyip götürerek yok eder.
Hayat dediğimiz sürecin tamamının bir
imtihandan ibaret olduğunu idrak eden
insandır, bizim odak noktamızdaki insan.
Nitekim Cenab-ı Allah : Sizi bir imtihan olarak
hayırlar ve şerlerle
deneyeceğiz(Enbiya, 35) , demiyor mu?
Ve bizim insanımız, inançları
doğrultusunda zamanını, enerjisini,
beyin kapasitesini iyi değerlendirmesini
bilenlerdendir. Hz. Peygamber`in torunu Hz. Hüseyin,
"Hayat, inanmak ve mücadele etmektir"
derken bize tercüman olmuyor mu?..
O halde şimdiye kadar anlatmaya çalıştıklarımızı
bir cümlede toplayabiliriz:
Hayatımızın özü bir ibadet ve
imtihandan ibarettir.
Yanlız küçük bir açıklama getirmeğe
burada ihtiyaç duydum: İbadeti
bazılarının
zannettiği gibi sadece klasik manada görmüyor,
bilakis her doğru ve güzel icraatı da
"ibadet" olarak değerlendiriyoruz.
Büyüdükçe küçülmesini bilen, öğrendikçe
ne kadar az bildiğini fark eden insan
ne
güzel insandır. Hatasını fark
edebilen, söğlendiği zaman kabullenen ve düzeltme
yoluna giderken nefsiyle olan mücadeleden galip çıkan
insan ne büyük insandır.
Derviş Yunus, "Yaratılanı severiz
Yaratan´dan ötürü" diyor. Biz de almışız
bunu
kendimize
"slogan" haline getirmişiz. Ama sadece
slogan.... Yıllarca
bağırmışız:
Yaratılanı severiz Yaratan`dan ötürü!...
Bağırmışız da ne olmuş?
Dün kardeş dediklerimiz bugün niçin kardeşimiz
değil? Niçin kardeşlerimizi yitirdik?..
Hz. Ali : İnsanların en acizi insanlardan
kardeş edinemeyendir. Ondan daha acizi ise
kardeş edindikten sonra onu yitirendir. Bu veciz
söze ilave edeceğimiz ne olabilir? Nevzat Köseoğlu
: "Bizim kültürümüzün ana unsuru iman etmek
ve iman ettiği ölçülerde amel etmektir. "
Bütün çelişki burada başlıyor;
DİL İLE SÖYLEDİĞİMİZİ
GÖNÜL MÜHÜRÜYLE TASDİKLİYEMİYORUZ.
Dil ucu sevgi, dil ucu ibadet, dil ucu alaka ve göstermelik
icraatlar.. Köseoğlu devam ediyor:
"Kişi zihni planda iman değerlerini
şiddetle savunur, bunun kavgasını
yapar. Ama kendi fiillerine
baktığımız zaman bu ölçüler
görülmez."
Fakat bizim odak noktamızdaki insan,
"olduğu gibi görünen", inancıyla
ameli arasında bir tezatlık göstermeğen,
şekilcilikten uzak duran insandır. Ve benim
insanım yıllardır Hz. Ali´nin;
"Hani kişi vardır başkalarına
ibret gösterir kendisi almaz, öğüt verir de
verir kendisi öğüt tutmaz. Sözle kılavuzluk
eder ameliyle herkesten geridir. " tespitine
tıpatıp uyan "kılavuz"lardan
çok çektiği için kendisi aynı hataya düşmeyecektir.
Odak noktamızdaki insan mükemmel değildir
ama oraya doğru samimi olarak gayret sarf
etmektedir. Gözü, gönlü ve kafası açıktır.
Taha Akyol: "Bir fikrin kendisini muhafaza
altına alması intihardır." Ve yine
benim insanım muhafaza altına alınan
sistemlerin ürettiği muhafaza altındaki
kafaları geçen zaman içerisinde iyi tahlil etmiştir.
Kendisi aynı hataya düşmeyecektir.
Yine Hz. Ali, " İnsan bilmediği
şeye düşmandır" dediğinde
benim odak noktamdaki insanım bu tesbiti yerinde
değerlendirip o zaafiyetini yenerek
bilmediklerine kafasını, gözünü ve
gönlünü açacaktır. Velhasıl odak
noktamızdaki insan, bizi bu darboğazlardan,
krizlerden, keşmekeşlikten
şahsiyetsizlik ve sahipsizlikten kurtaracak,
medeniyetimizin hakkıyla temsilini yapacak ve
yarınlarımızın teminatı
olacaktır.
SAYFA
BASI
Hasbihal 2
-Selamunaleyküm...
-Aleykümselam... Hoş geldin !.
-Sohbetimize kaldığımız yerden
devam edelim mi?
Önce kolundaki saatine bir göz attı , sonra gözlerimin
içine bakarak biraz durakladı. Gitmekle kalmak
arasında bir kararsız halı vardı
sanki. Durumu fark ettiğim için hemen ağırlığımı
koydum
-Eğer çok acil işin yoksa otur. Seni
imtihan etme niyetim yok. Sadece sana
karşı olan
sorumluluğumun bir kısmını
“Demir tavında dövülür “
Atasözü´nden hareketle yerine
getirmek istiyorum. Sırtımda uzun
yıllar
düşe kalka, ağlaya güle, dinleye
okuya ve
beyin damarlarım çatlarcasına düşüne
düşüne biriktirdiğim bir servet yükü
var. Bunu azar azar
sizlere vererek hafiflemek istiyorum.
-Sen
buna servet mi diyorsun?
-Evet.. Bana göre bir neslin kendisinden sonra
gelenlere bırakabileceği en iyi, en kalıcı ve en
hayırlı servet işte böyle bir
servettir.
Genç adam ikna olmuşa benziyordu. Deminden beri
ayakta koltuğun bir kenarına dayanıp
durmaktan vazgeçerek nihayet oturuyor. Hasbihalimiz
devam ediyor:
Nasreddin
Hoca günün birinde çoçuğun eline bir
testi verir ve köyün çeşmesinden su doldurup
getirmesini söylerken, kulağını da
şöyle bir çekip çocuğu testiyi
kırmaması için ikaz
eder. Hoca´nın yanında duran komşusu
bunu görünce dayanamaz, Hoca`ya biraz
öfkeli bir
çıkış yapar :
Be Mübarek
Adam, çocuk
daha hiçbirşey yapmadı, sen niçin kulağını
çektin doğrusu pek
anlayamadım ?
Nasreddin
Hoca: Testi kırıldıktan sonra
kulağını çeksem ne fayda eder?
Önemli olan önceden ikaz etmekti.
Benimki de biraz o hesaptır. Bilmem
anlatabılıyo rmuyum?
-Anlıyorum.
-Seni bugünlerde biraz
huzursuz görüyorum. Sanki kaybettiğin
birşeyler var da onları bulmaya çalışıyorsun.
Kimseye söylüyemiyorsun, çünkü kendin de neyi
kaybettiğini veya neyi
aradığını bilmiyorşun galiba?
Gözleri biraz daha büyüdü... Yüzüme hayretle bakışından
sanki düşüncelerinin tercümanı oldum gibi
bir his uyandı içimde.
“Bilmem ki..” derken, bir çaresizlik ve
aynı zamanda bir yardım talebinde de bulunur
gibiydi.
-Seninle her sohbet edişimizde söylediğim
bir veciz sözü yine tekrarlamakta fayda görüyorum:
Hayatın özü bır imtihandan ibarettir.
Yolunun üzerinde engeller vardır. Bunlardan
birini aştığında sevinecek ve düzlüğe
çıktığını zannedeceksin
fakat az veya çok zaman sonra önüne yine engel çıkacaktır.
Eğer bunu baştan bilir ve ona göre kendini
hazırlarsan hayal
kırıklığına uğramaz, “pes”
etmez ve hayata küsmezsin. Bazen ayağın
takılıp düşebilirsin de. Ama
kalkmasını da bileceksin. Her engel
aşışında, düşüp de kalkışında
kendine biraz daha güven geleçek, kendini biraz daha
güçlü hissedeceksin. Kazandıkların
olduğu gibi kayıpların da
olacaktır. Yine geçen sohbetlerimizin birinde
söylediğim gibi ne kazanırken ve ne de
kaybederken kendini kaybetmiyeceksin.
Var oluşumuz, bizim irademız
dışında olduğu gibi yok
oluşumuz da, irademiz
dışındadır. Bizi
insan olarak görevimiz
bu ”var oluş” la
“yok oluş” arasındaki zamanda
insan olmaktan kaynaklanan özelliklerimizi koruyabilmek, sorumluluklarımızı
idrak ederek yerine getirmektir.
-Yani Allah aşkına, ben mi dünyaya örnek insan olacağım?
-Niçin olmasın a benim gözüm?....Niçin olmasın?.. Ama önce kendi
küçük dünyanda örnek insan ol!.. Biliyorsun suya atılan taş
önce kendi çevresinde bir daire çizer sonra da o daire dalga dalga
büyüyerek devam eder. Okuduğun kitaplarda hafızana
yerleşmiş isimler yokmudur?
İnsanlığa iyi ve güzel
hizmetlerde bulunmuş devlet adamları, ilim adamları yok mudur?
Onlar da bir ana ve babadan olmadılar mı? Onları da Allah
yaratmadı mı?
Ama kabul ediyorum, onların bir özelliği var: Hedefi yüksek
tutmuş, kolayı değil de zoru şeçmişlerdir. Hayattan
zevk almayı, alarak değil de vererek, türünden
kabullenmişler. İdare edilen
değil de idare eden olmaya çalışmışlar yani “çobanlığı”
tercih etmişlerdir.
Oturduğu yerden bir ilerı bir geri
hareketlerde bulunurken elleriyle ensesini ovalamaya
başladı. Dinlediklerini hazmedebilmesi için
biraz kendi başına kalması
gerektiğine kanaat getirerek sohbetimizi
şimdilik noktalamayı uygun gördüm.
-Haftaya yine kaldığımız yerden
devam ederiz , diyerek
kendisini düşünceleriyle başbaşa bırakıp
yanından ayrıldım..
SAYFA
BASI
Toplumun
Aynası
Yeryüzünün hakimi insan, bir dişi ve bir
erkekten ibarettir. Hepimizin bildiği gibi
insanlık zaman içerisinde günlük hayatta kadına
ayrı bir rol biçmiştir. Kadının
üstlendıği bu rol zaman, şartlar,
yaşadığı coğrafya veya
aldığı kültüre göre
teferruatta değişse bile ana hatlarıyla
dünyanın her yerinde hemen hemen
aynıdır.
Bizim bugünkü yazı konumuz olan, bizim
dilimizde bazen ana, bazen bacı, bazen sevgili
veya hatun, bazen de kız dediğimiz,
kadındır. Yani, insanoğlunun
dişisi... Konumuzu ne ilim adamlarından, ne
kadın hakları savunucularından (
Feministler) ve ne de dinlerin kadınla ilgili
değerlendirmelerinden alıntılar
yapmadan sade bir göz ve sade bir vatandaş gibi
tesbit ve düşüncelerimizi sunmaya çalışacağız.
Hiç uzağa gitmiyor, hele Türkiye´lere kadar
hiç uzanmadan hemen buralardaki genciyle yaşlısıyla
ağırlıklı bizim
kadınımızı anlatmak istiyoruz.
Ayrı coğrafya ve ayrı bir kültürden
gelen insanların değişik bir ortamda
yaşantılarını devam ettirirken,
bulundukları sosyal düzene ayak uydurmalarını
beklemek hem o toplumun ve hem de orada bulunan
azınlıkların huzuru açısından
gayet tabii
bir hadisedir. Aynı şekilde bu
azınlıkların kendi kültürlerinden
kaynaklanan vazgeçilemeyecek bazı değerler
vardırki bu onların da kimlik ve
kişilik kazanma haklarıdır. Bu
özelliklerin korunması, yaşanması ve
saygı görmesi de -insanlık değerlerine
verilen önemden dolayı- gayet tabii bir
beklentidir. Şimdi biz, çuvaldızı
başkasına batırmadan önce iğneyi
kendimize batırmak istiyoruz: Bizim,
"muhafazakar" ve "modern"
erkeğimizin ortak bir özelliği vardır:
O, döver söver.. O, emir verir, akıl
dağıtır...O´nun sonsuz hürriyeti vardır...
O, istediği gibi harcar... O, sokakta
kadınından bikaç adım ileride yürür....
O, çamaşıra, bulaşığa, çoluğa-çocuğa,
vesaire vesairelere karışmaz.
Kadını da "elinin hamuruyla" kendi
işine karıştırmaz....
Çükü o erkektir......
Bunu yaparken her iki tarafın da savunması
hazırdır:
Birisi, din ile alakası olmadığı
halde "din adına", diğeri
erkeklikle alakası olmadığı halde
"erkeklik" adına bayrak açar...
Peki bütün bunların karşısında
kadınımız ne yapar?
Mesala, zina işleyen koca
karşısında kadın ne yapar?
Kadınımız namus dairesine çekilir.
"Kader" diye boyun büker.
"Erkektir" diye kabullenir. Bazen dünyası
kararırken bazen de isyan
bayrağını çeker. Derken evde başlayan
huzursuzluk çoluk-çocuğa da sirayet eder.
İşin dışındaki
zamanını çok gereksiz şekilde harcayan
erkeğimizin hatununa, çocuklarına
ayıracak pek zamanı olmaz. Hal böyle olunca
da, huzursuz
bir aile, okulda başarısız öğrenciler
ve yuvayı erken terk eden gençler gerçeği
ortaya çıkıyor.. "Yuvayı
dişi kuş yapar" Fakat erkek kuş da
üzerine düşeni yapmaz ise o yuvanın
geleceği pek aydınlık olmaz.
TOPLUMUN
AYNASI KADINDIR.
Sevginin, güzelliğin, merhametin, estetiğin
ve daha ahlak gibi nice yüksek değerlerin
temsilcisi olan kadın bizim dışa
yansımamızdır. Yani
aynamızdır. Bizim huzurumuz, sevincimiz
yerine göre de hüzünümüzdür. Kadınımız
ince ruhumuzun sosyal hayattaki en canlı
misalidir. Maalesef kadınımıza
erkeklerimiz gereken değeri vermiyor veya
veremiyorlar. Inançları doğrultusunda
"kapalı" giyinenlerimiz var ya...
işte onlara ve onların beylerine
diyeceğimiz bir çift sözümüz vardır:
Genellikle farklı dini inançları olan
toplumlarda yaşayan azınlıkların
en çok
dikkati çekenleri kadınlar olur. Çünkü kadın
hareketleri ve kıyafetiyle
taşıdığı inanç
kültürünün en canlı örneği olarak
dikkat çeker. Erkeğin sakallı veya
sakalsız oluşu, takım elbise veya spor
giyinmesi pek önemli değildir çünkü her
toplumda erkek kıyafeti aşağı
yukarı aynıdır. Güzelliğe,
zerafete, estetizme, sadeliğe ve bunları bünyesinde
toplayan kadına
çok değer veren benim inanç kültürümün
temsilciliğini (!) bu şekilde
yapamıyorsunuz! Ve ey erkekler!
Kadınlarınıza, onların giyim ve
bakımına kendinizden daha fazla
yatırım yapmalısınız! Bununla
da yetmiyor, kapalı giyinmek demek - benzetmemi
bağışlayın- bazen bir un çuvalını
andıran bir giysinin içine kadını
sokmak demek değildir. Hele hele sadelikten,
zevkten ve ince bir ruhtan uzak, gökkuşağındaki
bütün renkleri üzerindeki giysilerde toplamak hiç
değildir. Biz böyle zevkten uzak bir kültürün
temsilcisi değilizki. Çoğu zaman bizi
maalesef dış görünümüşümüzle yargılıyorlar.
Bilhassa kadının giysisi baştan
aşağı bir şiirdeki ahenk gibi
olmalıdır. Sizi, kendileri gibi
giyinmediğiniz için "acaip" görenler
bile, bir ahenk içerisindeki baş örtünüzden
ayakkabınıza kadar olan kıyafetinize
gıpta ve takdirle bakmalıdırlar. Ve göreceksinizki
sizin zarif dış görünüşünüz
hareketlerinize de yansıyacak, daha çok saygı
görme ve kabul edilmenin yanı sıra iyi bir
temsilci olmanın manevi zevkini
tadacaksınız.
SAYFA
BASI
Hasbihal
Gel hele gözümün nuru. Nice zamandır arada bir
yaptığımız sohbetimize
kaldığımız yerden devam edelim.
Hani selam verip koltuğun bir köşesine
sanki hemen gidecekmişsin gibi ilişip
otururdun ya... Ve ben seni ürkütüp kaçırmamak
için yavaştan yavaştan , şöyle
havadan sudan şeylerle seni irdeler, senin o
andaki halet-i ruhiyene göre asıl konuya girmeye
çalışırdım. Pratik bir zekaya
sahip olduğun için
nereye varmak istediğimi hemen anlar ve bana;
Asıl konuya girmemi,
hatırlatırdın. Eğer istersen bugün
yine eski günlerdeki gibi sohbetimizi fazla dallandırıp
budaklandırmadan işin özünü konuşalım
:
Yaşadığımız çağda
teknolojik gelişmelerin takibi o kadar
zorlaştıki , bazen insanoğlu teknik
aletlerin esiri olmaktan kurtulamıyor. Böyle
olunca da her gün biraz daha insanlık
özelliklerimizden değer kaybetmeye
başlıyoruz. Maddenin bünyemizin her
zerresine öyle bir sirayet edişi var ki,
baş döndürücü bir hızla herşeyle
yarış halindeyiz. İşte böyle bir
ortamda şahsiyetimizi, benliğimizi yani
insanlığımızı korumak
mecburiyetindeyiz.
--Peki
nasıl olacak bu iş?..
Önce var oluş sebebimizi idrak etmemiz
lazım. Sonra "hayat"ı kavramak
gibi düşünebilen beyinlerin üzerinde bir
sorumluluk var. Ha "sorumluluk" demişken;
--Bu
ortamda hangi sorumluluktan bahsediyorsun?.. Herkes ancak
kendisinden sorumlu değilmidir?
Elbette herkes kendisinden sorumludur amma sadece
kendisinden değil!.. Aynı zamanda mensub
olduğu ailesinden ve toplumundan, hatta bütün insanlıktan da insan olarak sorumludur. Hatta teneffüs
ettiği havadan tut da zaman zaman içinde gezip
dolaştığı yeşilliklerden
bile..
Ben
sana şimdi, sorumsuz veya eski tabirle mesuliyetsiz desem...
bu sana hakaret gibi gelmez mi?
A benim güzelim! Sıkıcı mı olmaya
başladım yine?
Aahh... ah... Benim babam da güzel babalardandır
ama o ancak : Bunu yap! Şunu da yapma!
diyebiliyordu.. Sebebini sorma şansına sahip
değildik.
--Dediğin gibi de olsa yine de okumuş
insanın sohbeti ve konulara bakış
tarzı daha güzeldir...
Bunu aynı zamanda iltifat olarak kabul ediyor ve
teşekkür ederim. Benim sana verebileceğim,
bırakabileceğim miras, sadece uzun zaman
dilimi içinde düşe kalka biriktirdiğim
bilgilerim ve tecrübelerimdir. Vermesi benden, alması
senden. Anlatması benden, dinleme ve kabul edip
etmemesi senden... Başka bir nokta: Mümkün olduğu
kadar kendinden herşeyiyle bir adım ileride
olan insanlarla arkadaşlık yap.
--Sanki çevremizi bilmez gibi konuşuyorsun.
Eğer yok ise, o zaman hiç olmassa beraber
olduğun insanların sana ulaşması için
bekleme.. Bırak onlar sana ulaşmak için adımlarını
hızlandırsınlar.. Hiçbir zaman kendini
övme gibi bir gaflete düşme. Eğer
övülecek, takdir edilecek
bir yönün varsa bunun zaten yeri ve zamanı
geldiğinde meyvesini yersin. Yolun
başındayken hedefini tesbit et. Yoksa yolunu
kaybetmiş yolcu gibi dağın
etrafında dolaşıp durursun ama hedefe
doğru bir türlü mesafe kat edemezsin. Dikkat
etmen gereken başka bir mesele : Hayat süprizlerle
doludur. Bazen maksimum noktasında yani zirvede,
bazen de minimum noktasında yani dipde kendini
bulabilirsin. Biliyorsun insan aniden yükseldiğinde
bir de aniden inişte başı döner,
kendini kaybedebilir. İşte böyle durumlarda
seni düzlüğe çıkaracak bir tek sermayen,
bir tek özelliğin, kendine olan güveninindir.
Dünyamız hem güzellikler hem de çirkinliklerle
doludur. Maalesef nefsimizin yenik düşeceği
o kadar çok şey varki. Ve maalesef zamana
damgasını vuran "medeniyet" daha
fazla sahip olma hırsıyla
insanlığın haya perdesini delik
deşik etti.
Maneviyatın seni bu hayasız
saldırılara karşı çelikten bir zırh
gibi koruyacaktır.
Galiba sana konuşma fırsatı vermeden
herşeyi bir anda vermeye çalıştım..
Ne yapıyım öyle bir duruşun varki,
sanki hemen gidecekmişsin gibi. Sanki hemen
gideceksin ve ben seni belki de çook uzun bir zaman
hiç göremiyecekmişim gibi...
Neyse, gözümün nuru, sohbetimize haftaya yine kaldığımız
yerden devam ederiz...
SAYFA
BASI
OKUYOR
MUSUNUZ ?
Genç
adam selam
verdikten sonra
içeri girdi.
Tokalaşırken elimi öpek
için eğildi
fakat ben
müsade etmedim.
Hal hatır
sorduk birbirimize. Maşallah son
zamanlarda vücudu
iyi gelişmişti.
Sohbetimize devam
ederken genç
adamın dış
görünüşünü
tepeden tırnağa
bir gözden
geçirdim son
derece bakımlıydı.
Saçlarını
adını bilmediğim
bir kimyevi
maddeyle yağlamış
olmalı ki saçlar
pırıl pırıl
dı. Üzerinde
ki spor ceketin
göğsünde bir
işaret ve
bir de yazı
vardı yani
"markalıydı"
Ceketin altında
ki t-shirt
de
değişik
bir meşhur
markaydı. Pantolonunun
kemerinin bile
markası dikkatimi
çekmişti.
Pantolonunun arka
cebinin üzerinde
yine bir
tanınmış
(reklamı çok
yapılan) marka
dikkatimi çekti.
Spor ayakkabılarıni gerçi oturma
odasına girmeden
çıkarmıştı
ama belli
ki onlar
da
meşhurlardan biriydi. Genç
adamın bu
hali bana
yarış arabası
sürücülerinin halini hatırlattı.
Cep telefonunun
söylemeye gerek
varmı zaten?
Almanya da her
üç gençten birinin
yanın da olan
"aksesuar "dan
birisi de onda
vardı. masaya
çaylar yeni
gelmişti ki cep
telefonu çalmaya
başladı.
Yerinden fırladı,
telefon konuşmasını
salon da sürdürüyor
du. Telefon açan
belli ki bir
Türk arkadaşıydı. Ağırlık Almanca
konuşuluyor arasıra
Türkçe kelimeler
geçiyordu. Telefon
görüşmesi bittikten
sonra sonra
özür diliyerek
tekrar yerine
otur du. Çok
önemli olmayan
bir sohbete
devam ederken
karşımda ki
genç adamı
tahlile çalışıyordum;
Anadolu'nun herhangi
bir yöresinde
ki Türk ailesinin
ocağında
yetişmiş
genç bir
delikanlıdan
pek farkı
yoktu. Sadece
Avrupa da doğup
büyümüş, burada
okula gidiyor
dolayısı
ile Türkçesi
kıt Almancası
çok iyiydi.
Bir de kendisinde
saklı olan
cevherden pek
haberi yok
gibiydi.
Karşımda
oturan genç
adamda keşfettiğim
o cevheri
su yüzüne
çıkarmak, gözlerinin
önüne sermek
istiyordum. Çünkü
kendisi bunun
farkında değildi.
Belki epey
bir zaman
sonra kendisi
de fark
edecekti ama
ne kadar
zaman heba
edecek, bedeli
ne olacaktı?
Yalnız bir
sıkıntı
vardı: Genç
adam Türkçe'ye
hakim değildi
yani ona
sunacağım
ziyafeti kıssadan
hisselerle, yerine
göre fıkralar,
atasözleri, şairler
ve yazarlarımızdan
iktibaslarla, yerine göre de
Anadolu insanını
en iyi
anlatan türkülerimize
atıfta bulunarak
zenginleştirecek,
güzelleştirecektim.
Başka bir
formül düşündüm;
Almanca olarak
anlatmaya çalışayım.
Oturduğum yerde
trafikte sıkışıp
kalmış bir
araba sürücüsüne
benzettim kendimi.
Bir türlü
ilerleyemiyordum çünkü.
Bir dilde
asırlar boyu
pişmiş,
pekişmiş,
ifadelerin, manaların,
mesajların duygu
ve düşüncelerin özü haline
gelmiş sözleri
tercüme yoluyla
nasıl anlatabilirdim?
O ruhu
nasıl verebilirdim? O kültürü
tanımadan bunu
doğru anlamak
mümkünmüydü?
Derken
birşeyden daha
çok korkmaya
başladım; ya
benim geç
adamım "
boşver bunları,
hangi çağda
yaşıyoruz?" derse! İşte
o zaman
baltayı taşa
vurmuş olurdum.
Halbu ki ben
biriken tecrübelerimi, doğru ve
güzelliklerimi bu genç
adama aktarmayı
boynumun bir
borcu olarak
görüyordum. Mesela
şu "Baltayı taşa vurmak"tan
neanlatmak istediğimi
anlarmıy dı?
Evet
hangi çağda
yaşıyorduk?
Teknoloji çağı,
uzay çağı,
elektronok çağı
da diyebilirsiniz. İlimle haşır-neşir
beyinler, labaratuvarlar
hergün yeni
birşey icad
ediyor. Gerçekten
takip etmekte
zorlanıyoruz:
Mesela önünüzde
ki aletin
tuşuna bastığınız
da karşınıza
birçok bilginin,
haberin, araştırmanın
yanı sıra
bu yazılar
da çıkabiliyor.
Yaşadığımız
bu çağda
insan unsuru
işin neresinde?
Bu genç adam
yaşdaşları
gibi iç
çamaşırından ayakkabısına kadar
sadece "marka"
giysilerle donanmayı
bulunduğu toplum
da "adam
yerine koyulma"
olarak görüyor,
en son model cep
telefonsuz ve
arabasız hayatı
düşünemiyorsa
bunun yanısıra
bilgisayarda oynamaktan,
televizyon seyretmekten
başka insanlarla
görüşmeye pek
fazla zaman
kalmamışsa
kim kimin
emrindeden ziyade
"kim neyin
emrinde?" sorusuyla karşıkarşıyaysak
ben neyi
nasıl izah
edecektim?
Genç
adama damdan
düşer gibi
sordum: Okuyormusun?
Hiç beklemediği
bir soruydu
bu. Rahatsızlığı yüzünden okunuyordu.
Biraz bocaladıktan
sonra; eskiden
aile dostumuz
birisi vardı.
O her
gelişinde bize
kitaplar getirirdi...
Bana çocukluğunu
anlatıyordu.
Artık şimdi
nasıl demeye
bile gerek
kalmamıştı.
Genç adam
okumuyordu. Ne
Almanca ve
nede Türkçe
okuyordu. Şayet
okuyan birisi
olsaydı, çevresinin
tesirinde bu
kadar kalmayacak,
tam tersine
o çevresine
tesir edecekti.
Şayet biraz
okuyan birisi
olsaydı sunacağım
ziyafetin tadına
varacaktı ve
bende ona
içinde bulunduğumuz
teknolojik çağda
insanlar sahip
oldukları kültür
değerlerini gün
geçtikçe terk
ediyorlar bu
terk edişler
insanlık kültürünün
fakirleşmesine sebep oluyor
ve neticede
insan olma
özelliğimizi
kaybediyoruz diyecektim.
Ve ilave
edecektim; sen
mensup olduğun
kültür değerlerini
dünya insanlığına
sunabilmen için
önce o dili iyi
bilmen gerekir,
kültürünü iyi
temsil edebilmek
için okuman
şarttır.
Okuyan insanın
lisanıda zenginleşir
Zengin lisanla
konuşanı
dinlemek bir
güzel müzik
parçasını
dinlemek gibi
insana zevk
verir. Hele
bu kültür,
insanları rengine,
dinine, ırkına,
giydiklerine, sahip oldukları
dünyalıklarına göre değilde
önce eşref-i
mahlukat (yaratılmışların en şereflisi)
olarak değer
veriyorsa... O
halde bu
kültür hakkıyla
temsil edilmeli,
insanlığın
faydasına sunulmalıdır. İnsanlık bundan
mahrum bırakılmamalıdır
İnsanlığın
hergün kendisinden
birşeyler kaybettiği
bu çağda
herkes kendi
kültürüne sahip
çıkmalıdır.
Bunun yoluda
okumaktan geçer.
Okumak; şahsiyet
kazanmaktır.
Doğruyu bulmak,
ilim sahibi
olmak, gösterişten
uzak durmaktır.
İnsan olmanın
yolu okumaktan
geçer.
Genç
adama tekrar
soruyorum:
Okuyor
musun?
askar@turkpartner.de
|